Ana içeriğe atla

Kadılık Kurumunun Tarihi Gelişimi



Osmanlı Devletindeki hukuk anlayışının Osmanlı’ların kuruluşu ile meydana geldiğini ifade etmek mümkün değildir. Osmanlı Hukuk sistematiği, kaynağını kendisinden önce kurulmuş bulunan Türk ve İslâm devletlerinin hukuk anlayışlarından almaktadır. Konumuzu teşkil eden “Kadılık” müessesesinin de kaynağını başta İslamiyet olmak üzere, çeşitli etmenlerde aranması gerektiği açıktır.
Hâkim kelimesinin çoğulu olan hükkâm el-Bakara2/188 suresinde yer almakta ve “uhdesinde yargı yetkisi de bulunan yöneticiler” mânâsında kullanılmaktadır. Bununla beraber, fıkıh terimi olarak kadı, insanlar arasında meydana gelen çekişme ve davaları şer’i hükümlere göre çözümlemek için yetkili makamca tayin edilen kişiyi ifade etmektedir.[1]


İslamiyet’in yaygınlaşması, ülkenin fetihlerle genişleyip idarî ve kazaî işlerin çoğalması sebebiyle, Hz. Ömer devrine gelindiğinde, başta Medine olmak üzere Mısır, Irak ve  Suriye bölgelerindeki şehirlere ayrıca kadılar tayin edilmesi gerekli oldu. Emevî Devleti’nin ilk halife’si Muaviye’nin, başkent Dımaşk’ta hukuken sahip olduğu yargı yetkisini tayin ettiği kadıya devretmesini ve yargı işleriyle hiç meşgul olmamasını taşrada valilerin yargı yetkilerini tayin ettikleri kadılara devretmeleri takip etti. Tayin edilen bu kadılar medenî ve cezaî davaların tamamına, halife ve valiler mezalim mahkemelerine intikal eden davalara bakmaktaydı. Emevîler devrinde kadılara ayrıca idarî, malî ve eğitimle ilgili görevlerle yetim ve vakıf mallarını koruma görevleri de verildi. Abbasîler’de kadı tayini ve ihtiyacının artması sebebiyle Harunürreşid, önce şehirlere tayin edilecek kadıların seçiminde kendisine yardımcı olması için Hanefî mezhebinin meşhur hukukçusu Ebu Yusuf’u kadılkudat olarak tayin etti. Kadılkudatların daha sonra kadıların tayin, terfi ve azli konusundaki yetkileri tedrici biçimde arttı.
Osmanlı hukukuna gelindiğinde ise, genel olarak şer’î hukuka dayandığı ve örfî hukukun da zaman çerisinde ihtiyaca dayalı olarak oluştuğu düşünülecek olursa örfî hukukun şer’î hukuka ters düşmemesine çalışıldığı görülecektir. Nitekim Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Osman Gazî’nin ilk örfî vergi olan bac (pazar) vergisinin konulmasına ilk önce “Allah emri değil” diye karşı çıkması ve sonra şer’î esaslara aykırı olmadığını öğrenmesiyle adı geçen verginin kabul edilmesi buna güzel bir misal teşkil eder. Bunun yanında bazı hukuki problemlerde şeyhülislâmın görüşünün alınmasını isteyen hatt-ı hümayunların varlığı, padişahların İslâm hukukuna uyma yönündeki titizliğinin bir göstergesidir[2]


Kadıların bulunduğu kaza ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Bu şer’î mahkemeler tek kadının görev yaptığı adalet müesseseleriydi. Kadılar şer’î muamelâtta kendilerine verilen berâtlarda gösterilen vazifeleri görüp Hanefi Mezhebi üzerine hüküm verirlerdi. Irak, Mısır, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde başka mezheplere mensup Müslüman halklar da vardı. Başka mezheplere mensup Müslümanlar arasında meydana gelen ve kendi mezhepleri çerçevesinde halledilmesi uygun görülen dava ve meselelerde, eğer o mahalde kendi mezhebinden bir kadı yoksa, bunlar mensup oldukları mezhep alimlerinden bir alimi hakem ta’yîn ederler. Bu alim bunların mensup olduğu mezhebe göre karar verirdi. Sonra Hanefî kadı onu tasdîk ve infaz eylerdi.  Eğer kendi mezhebinde kadı varsa ona müracaat eder. Ayrıca padişah ilgili meselede diğer mezheplerin görüşüne göre de hüküm verilmesini isterse hüküm ilgili mezheplere göre de verilirdi. İstisnai durumlar olarak görülen bu meseleler dışında genel olarak hem hukuk birlikteliğini sağlamak, hem de istikrârlı bir yapı arz etmek için Hanefi mezhebine göre hükmetme esası kabul edilmiştir. Mahkemelerde Hanefi Mezhebinin görüşlerinin mu’teber kabul edilmesinin ana sebeplerinden birisi de devletin kuruluşundan kurumsallaşmasını büyük oranda tamamladığı Yavuz Sultan Selim zamanına kadar Osmanlı’nın hakimiyet sahasının Tuna ile Fırat Nehri arasındaki Türk topraklarını kapsaması ve Türklerin de Hanefi mezhebi mensubu olmalarıdır. Ayrıca başta hanedân olmak üzere yönetici kesimin Hanefi olması sebeplerin en başında gelenidir.
Bazı kadılıklar ise belli hususlarda ihtisaslaşmış kadılıklar görünümündeydi. Örneğin, Eyüp Kadılığı “su işleri” ile ilgili meselelere bakmaktaydı. Bunun yanı sıra, kadılıklar bazı tür ceza ve hukuk davalarına da bakmamaktaydı. Buna örnek vermek gerekirse, gayrimüslim din adamlarının ceza davalarının Divan-ı Hümayunun ve kapitülasyonlar sebebiyle yabancıların kendi aralarındaki davaların konsolosluk mahkemelerinin yetkisinde olması gibi.
İlk İslâmî devirde kadılarda aranan niteliklerin başında mükemmel bir şer’i hukuk bilgisi gelmekteydi. Ne var ki bu niteliklere sahip kimselere bol miktarda rastlamak mümkün olmadığından zamanla;
·         Makul bir ölçüde hukukî bilgi ve melekesine sahip olması,
·         Vücut bütünlüğü,
·         Sosyal işlerin gerekleri ve halkın ihtiyaçlarını, örf ve âdetlerini kavramaya elverişli kültür,
·         Dış etkilere karşı koyacak derecede ahlâk, karakter ve seciyeye sahip olmak,
·         Dinî emir ve yasaklara aykırı davranışlarda bulunmamak aranmaktaydı.

Kadılar medresede ilmiye tahsilini bitirdikten sonra direkt kadılığa başlamazlardı. Kadı adayları “mülâzım” adıyla günümüz staj uygulamasının bir benzeri olarak kazasker divanında belli bir süre görev yaparlardı. Mahkemelerin işleyişi, hükümlerin verilişi gibi kadılık mesleğinin gereğini öğrendikten sonra ilk defa kaza kadılığına atanırlardı. Bunun dışında medreseden icazet aldıktan sonra bir müddet müderrislik yapanlar direkt bir kazaya kadı ta’yîn edilirlerdi. Tanzimat’tan sonra bu usul değiştirilmiştir. “Mülâzemet” adı verilen bu usûlün amacı, kadıların zaman içinde kendilerini mesleki açıdan yetiştirmeleridir. 1598 yılında mülâzemet usulünün bozulmasıyla birlikte suiistimallerin başladığını görmekteyiz. [3]

Osmanlı’nın klasik döneminde medreselerin eğitim ve öğretiminin uzunca bir süre aldığı bilinmektedir. Oniki basamaklı bir medreseyi bitirebilmek içi geçen süre 20 yıl civarındaydı. Bu dönemde medrese çıkışlıların önünde iki seçenek bulunuyordu. İlki, bitirdiği medresede “danişment” olarak kalıp yükselerek müderris olmaktı. Her ilim dalında olduğu, her faaliyeti icra edenler arasında yaşandığı gibi, danişmentlerin arasında en iyi olmak gerekmekteydi. Medresede ilim ehli olarak kalma imkanı bulamayanlar kadı olarak atanırlardı. Görüldüğü üzere daha başlangıçta seçkinlerin kadılığa atanmaları söz konusu değildi. Bununla birlikte Cevdet Paşa'nın deyişiyle " ... ve cümlesi ashab-ı ulum ve mâ 'rifden olarak hakikat halde şayan-ı ihtiram zatlar idi"[4]
Elbette kadı namzedi olmakla rahata ermek de mümkün değildi. Kadı tayini, 14 ve 15. yüzyıllarda Divan-ı Hümayun toplantılarında Rumeli ve Anadolu kadıaskerinin arzı ve padişahın onayıyla olurdu. Bu şekil Fatih devrinden itibaren özellikle divan toplantılarının veziriazamın başkanlığında toplanmaya başlamasından sonra değişmiş ve kadı, kadıaskerlerin teklifi ile veziriazam tarafından tayin edilmeye başlanmıştır. 16. yüzyıldan itibaren ise, mevleviyet denilen büyük kadılıklar, şeyhülislamlığın ehemmiyet kazanmasından sonra, onların teklifi üzere veziriazam tarafından yapılmıştır. Kaza kadılarının tayinleri kazaskerlere aitti. Kaza kadılıkları Rumeli, Anadolu ve Mısır’daki kazaların kadılıkları olmak üzere üç sınıftı ve kadı, hangi kaza kadılığı sınıf içerisinde göreve başladıktan sonra, sınıf değiştiremiyordu.[5]

Kaza kadılarının görev süreleri iki sene ile sınırlıydı. Bu süe daha sonra yirmi ay ile sınırlandırıldı. Yine önemli bir görevi yerine getiren Mevleviyet kadılarının görev süresi ise bir sene idi.  Belli bir yerde uzun süre görev yapmasıyla, yöre insanıyla zaman içinde yakın temas kurarak yargılama sırasında tarafsızlık ilkesinin zarar görebilecek olması, kadıların uzun süre hakimlik yapmaları zaman içinde tedrisat faaliyetlerinden uzak kalmalarına yol açacağından ilmi yönden gerileyebilecek olmaları, medreseden me’zûn olan hukukçulara yeterli sayıda kadılık kadrosunun bulunmayışı bu sürelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Çok geniş bir faaliyet alanında görev yapan Osmanlı kadısının bazı görevleri aşağıda ifade edilmektedir.
·     Sefer-i hümayun sırasında geçilecek yol, köprü, çeşmelerin tamiri, erzak temini, gerekli okçu, kürekçi, beygir temini, bunların nakli için iskelelerde at gemilerinin hazırlanması,
·     Yol ve konaklama tesislerini önceden kontrol ve bilhassa toplanan verginin orduya seri’an yetiştirilmesi,
·     Devşirme işlerinin ve devşirme eminlerinin denetimi,
·     Bir yerin aranması ve baskın düzenlenmesi veya bazı şahısların tevkifinde kadı emrinin gerekli olması,
·     İmam ve müezzin tayini,
·     Vakıf mütevellilerini denetlediği gibi tekkelerin kontrolünün yapılması,
·     Ehliyetsiz derviş ve şeyhlerden halkın korunması,
·     Yargıçlık fonksiyonunu yerine getirmesi,
·     Yetim mallarının idaresi,
·     Nafaka tayini, miras, evlilik akdi,
·     Cemaatin isteklerinin merkeze bildirmesi,
·     Şehirlerin alt yapısal düzenlenmesi ve imar nizamının korunması bu nedenle vakıf mütevellilerinin kontrolü,
·     Zanaatkâr ve esnafın kontrolü,
·     İstifçilik ve karaborsacılık faaliyetlerinin önlenmesi,
·     Çarşı, pazar denetimi,
·     Narh konması vb.


Kadı, İslâm cemaatinin hâkimi olduğundan davayı camilerde görmekteydi. Cami aynı zamanda medrese idi. Ancak mahkemenin camide kurulması gibi bir kesin kurala da teoride rastlanmamaktadır. Esas prensip kolayca ulaşabilecekleri bir yerde mahkeme kurulmasıdır. Adaletin icrasında mekân farkı gözetilmez. Kadı mahkemeyi rivayete göre evinde de kurmuştur Osmanlı kentlerinde anıtsal bir resmî mahkeme binası yoktu. Genellikle kadı kendi evini mahkeme olarak kullanır. Ancak bu bina hususî mesken niteliğini de kaybeder. Ahali davayı serbestçe takip edebilir ve burası mahkeme binası niteliğini kazanır. Bazen kentin büyük camii yanında olurdu.19. yy ortalarına kadar İstanbul kadısının belli bir mahkeme binası yoktu. 1837 İstanbul kadısının makamını dolayısıyla mahkemesini bab-i Meşihatteki boş odalara naklettiler ve böylece İslâm tarihinde ilk defa olarak kadı anonim resmi bir yere sahip oldu.[6]


İslâm hukukuna göre mahkeme sadece bir hâkimden oluşacaktır.  Bu monist kural İslâm yargılama usulünün temelidir ve sünnî mezhebinin bütün okullarınca kabul edilmiştir. Hem şer’î hem örfî davalarda tek yetkili mahkeme durumundadır. Hâkimü’ş-şer de denilen kadılar önlerine gelen şer’î davalara fıkıh kitaplarında, örfî davalara da kanunnamelerde yer alan mahkemelerde diğer fukahanın ve dinleyicilerin hazır bulunması temel prensiptir. Kadının duruşması herkese açık olmalıdır.[7]


Kadı, babasının ve nesepten birinci derecedeki yakınlarının taraf olduğu davada hüküm veremez. Buna karşılık hasta, aç ve aşırı yorgun değilse hiçbir dava müracaatını reddedemez. Tarafların öneri, ifade ve cümlelerini dinlemekten ve dikkate almaktan kaçınamaz. Kadı duruşmada hazır olmayan taraf (ga’ib) aleyhinde hüküm veremez. Müşavere İslâm hukukçularınca tavsiye edilmektedir. Tarafların vekil ile temsili mümkündür. Şahitleri kabul edip etmeme konusunda, İslâm’ın ilk asırlarında kadı geniş yetki sahibiydi. Kadı ispat vasıtası için şahadetle yetinemez. Gerektiğinde keşif yapması gerekir. Kadının hükümlerinin tam ve kesin olması gerekir. Verdiği hüküm derhal zabta geçirilip sicil edilir.

Osmanlı kurum ve kuruluşlarında bozulmanın başlangıcı olarak kabul edilen H.1000 (1591) tarihinden itibaren öncelikle medreselerde eğitim ve öğretim bozulmuş hatır gönül işe karışmış, hak etmeyenlere unvan ve mansıplar verilmeye başlanmıştı. Öyle ki, mollalar bile, mülâzemet kağıtlarını sattılar. Mülâzemet ise, ulema olmanın giriş kapısı olduğundan, bu bozulma, halktan kimselere para karşılığı mülâzim olma yolunu açtı. Bunlar, kısa yoldan kadı ve müderris olmaya başladılar. Müderrislikte, fazilet aranmayınca, müderrisler de medreselere gitmez oldu. Yanmış yıkılmış, yalnız arsası kalmış medreselere bile müderris atanmaya başlandı. İsmi var cismi yok bir takım havada medreseler gösterilir oldu. Sayı arttıkça öğretim unutuldu. Müderrislik, mücerret bir saygı payesi ve bir medreseden diğerine nakil ve paye terfiinden ibaret kaldı. Sınav usulü, sadece medrese öğrencilerine uygulanır oldu. Soylularla, bazı kimselerin yakını olanlar için sınavsız ruus almak kapısı açıldı. Sadarette bulunanların ve mülk sahiplerinin oğulları, genç iken müderris olup, yükselerek zengin olma hayallerine kapıldılar. Vezirler ve devlet ricalinden bazıları da, oğullarını ve ekseriya işe yaramayanlarını, ilim yoluna sokar oldular. Böylece, ilim alanı cahillerle doldu. İstihkak, ehliyet ve kabiliyetleri olmadığı halde, yolunu bulup müderrisliğe alınanlar, giderek mevleviyete erişip ve sonra en yüksek rütbesi olan kazaskerliğe geldikleri zaman, Devlet-i Aliye'nin bir işine yaramayıp, geçerli hak diye elde ettikleri arpalıklarını, küçük görerek kibirlenmekteydiler. Rüşvet, birinin adamı olmak ve başka yollarla ellerine mülâzemet belgesi geçirenlerle, bilim adamı dairelerinde ismini okuyamaz, sağını solunu bilemez, onun bunun adamı hizmetçi güruhu, yargıda görev almaya başlamakla da işler iyice çıkmaza girdi.[8]

Bozulmanın en önemli işaretlerinden birisini de “ARPALIK” kurumu oluşturmaktadır.  Medrese çıkışlı olup uzun süre kadılık yaptıktan sonra "mevleviyet" payesi almış olanların görev alabilecekleri nitelikte yeterli "mansıp" olmaması üzerine çözüm olarak böylelerine ek bir gelir niteliğinde daha alt derecedeki bir veya birkaç kazanın kadılığı verilmeye başlanmıştı. Giderek yaygınlaşan bu uygulamaya tabi olanların onurlarını okşamak maksadıyla güya " atının arpasına karşılık" bir ödeme gibi değerlendirilerek sözü edilen kazalara "arpalık" denilmeye başlanmıştı.[9]

Birçok kadı, “Arpalık” olarak verilen kazalara tanıdıkları kişileri naip olarak atadılar. Elbette naipler Kadılık hizmeti yaparken elde ettikleri gelirin bir bölümünü kadıya, bir başka ifade ile “Arpalık Sahibine” verdiler, ancak, zamanla atanan naiplerin geçimlerini sağlamalarında güçlükler ortaya çıkınca yeni bir yöntem bulundu. Böylece o yörede okur-yazar ya da imam ve hatip gibi kimselere naiplik verilmeye başlandı. Maliye ve yönetiminde de uygulanan iltizam usulü kadılıkta da geçerli oldu.[10]

ALINAN TEDBİRLER:

1716 (l128)'de yayınlanan ferman:
Kurumdaki usulsüzlükler yüzünden l8.yüzyılda da düzenlemeler yapıldığını bilmekteyiz. Mesela, 1716 (l128)'de yayınlanan fermanda, kadı atamalarında bilgiye ve yeteneğe önem verilmediği bu nitelikleri olmayanların görevlendirildikleri vurgulanıyor, ayrıca, bunlara da geçimlerini temin etmeleri için yeterli gelir sağlanamadığından yoksulluk içinde oldukları açıklanıyordu. Kadılık ve naiplik görevine atanan bilgili bilgisiz kişiler gittikleri yerlerde geçimlerini sağlamak için zulüm yaptıkları, yolsuzluklara neden oldukları, ilk önlem olarak "Mülâzemet-i müstemire”  yöntemi[11]  ile kadı atanmasına son verildiği belirtiliyordu. Bundan böyle kadılık ya da naiplik yapmak isteyenler kazasker huzurunda sınava tabii tutulacak, hak edenler şeyhülislama iletilecek, onayı alındıktan sonra atanmaları için ferman çıkarılacaktı.

21.04.1716 (28 Rebiülahir 1128) tarihli ferman:
Bulundukları görevde edindikleri gelir yeterli olmayan kadıların, durumlarını bağlı oldukları kazaskerlere bildirmesi, şeyhülislam tarafından uygun görülenlere padişahın da onayı ile daha üst gelirli bir görev verileceğine dair ferman.

1783 Eylülünde Yazılan Adalet Fermanı:
Bu Fermanı, ehl-i şer'in kanunsuz hareketlerini konu etmektedir. Kadıların “ mahsul-i def”' adıyla para almamaları tekrarlanmaktaydı. Bu tür hareketlerin önüne geçilmesi için alınan fetvalar gereğince, fermanların çıkarıldığı, bu fermanların mahkeme sicillerinde de kayıtlı olduğu yinelenmekte, aykırı tutum ve davranışlardan vazgeçilmesi emredilmekteydi.[12]
.
1792 Yılında Yayımlanan Ferman
Durumda değişiklik olmaması üzerine çıkarılan 1792 tarihli fermanla mevleviyet kadılarının naipliklerini ödenemeyecek miktarlara satmamaları, aşçı, kaftan ağası, hizmetkar gibi kişilere naiplik verilmemesi istenmişse de fazla etkisi olmamıştır.[13]


1793 Nisanında Yayımlanan Ferman
Bu fermanda ilmiyede yapılacak düzenlemeler açıklanıyordu.
1.   Rumeli ve Anadolu kadılarının bazılarının cahil olduğu bu yüzden şer'i hükümleri uygulamada yetersiz kaldıkları,
2.   Alınan kararların ve verdikleri hüccetlerin meşru olmadığı ve uygunsuz hareketlerinin görülmekte olduğu,
3.   Kadıların, bulundukları kazaların ayan ve erkanıyla olan davalarda onları ve taraftarlarını diğerlerine tercih ederek şeriata aykırı hükümler vererek haksızlık yapmalarının doğru olmadığı,
4.   Devletin ve saltanatın devamı, zulmün kaldırılması ve şeriata uygun davranılması ile mümkün olacağından, taşraya görevli giden kadı ve naiplerin hak ve adalet üzere, şeriat hükümlerini uygulamaya muktedir, dindar olmalarının gerekliliği,
5.   Arpalık ve maişet sahiplerine şeyhülislamlıktan, Rumeli'deki mansıb sahiplerine Rumeli kazaskeri, Anadolu mansıbı sahiplerine Anadolu kazaskerleri taraflarından "hükümet-i şer'iyye" ye ehil olanların tayin edilmesi gerektiği,
6.   Belde hakimlerinden birinin şeriata aykırı olarak zulüm yaptığı ihtimali olursa, araştırılıp görevden alınıp, cezalandırılacağı,
7.   Arpalık ve diğer mansıp sahiplerinin kazaların güçlerinden fazla "şehriye" ve "harc-ı bab" almaması, aykırı kim hareket ederse naipleriyle birlikte cezalandırılacakları,
8.   Kadılıklara rica ile bir çok kimsenin girdiği otuz, kırk yılda ulaşılan sitte rütbesini elde etmeleriyle kadıların ve ulemanın çoğunun geride kalarak mağdur oldukları,
9.   Kadıların mevcudu beş, altı bin olup bunların bir düzene bağlanması gerektiğinden, mansıp verme usulünün sınırlandırılması ile şeyhülislamların üç ve fiilen görevdeki Rumeli ve Anadolu kazaskerleriyle kazasker mazullerinin ikişer, İstanbul kadılığından mazullerin birer kişi için mansıp vermeleri ve bu şekilde mansıp verilmesinin sınırlandırılması,
10. İmtihansız mülâzermet verilmemesi ve imtihansız kadı tayin olunmaması,
11. Hiç kimseye rica ve şefaat ile mansıp verilmemesi ve üç ayda bir olan kazasker divanlarında herkesin rütbeleri derecesinde yer alması, rütbesinin üstünde kimseye mansıp verilmemesi, bu maddelerin dışında hiç kimseye rica ve şefaat ile mansıp verilmemesi, boşalan mansıpların sona erdirilmesi, aykırı hareket edenlerin cezalandırılacağı, gibi hükümler yer alıyordu.[14]

1798 ve 1802 yıllarında ard arda ilan edilen fermanlarda aynı konulara temas edilmiştir. Nitekim, 1802'de ki fermanda; kadı ve naiplerin görevli bulundukları yörenin ileri gelenleriyle anlaşarak, merkezden gönderilen yöneticilere tavır takındıkları, bazı bölgelerde bunların kışkırtmalarının ayaklanmalara yol açtığı, bunun önüne geçmek için; kadıların yönetim işlerine karışmamaları, yalnız adaleti ilgilendiren konulara eğilmeleri isteniyordu. Güvenliğin bozulmasında kaza ileri gelenleriyle kadıların anlaşarak diledikleri gibi hizmet vermeyen ayanları görevden alıp yerlerine istediklerini seçmeleri, hoşnutsuzluğun artmasının ve düzenin bozulmasının nedenlerinden olduğu gibi, hükümet temsilcisi olan mütesellimlerin "mahkemelerin muhzırları" durumuna düşürüldüğü açıklanıyordu. Bu yüzden kadıların yönetimle ilgili işlere karışmamaları karışanların cezalandırılacakları hatırlatılmaktaydı.[15]

İyi niyetli yapılan bu düzenlemeler acaba sonuç verdi mi? Ne yazık ki hayır. Bu kararların kadı ve naip atamalarında oluşan olumsuz alışkanlıkları gidermediğini, yetkisiz ve ilgisiz kimselerin “haklaştırma” gibi çok önemli olan adalet kurumunda görev almaya devam ettiklerini görmekteyiz.

III.Selim ilk kez açıktan açığa yürütme ile yargı işlerinin birbirinden ayrı tutulması yolunda çaba gösterilmişse de bundan hiçbir başarı elde edilemediğini II.Mahmut dönemi olayları göstermektedir.[16]

Alınan tedbirlerden en önemlisi 1838 tarihli “Târik-i İlmiyye’ye Dâir Ceza Kânunnamesi” dir. Osmanlı İmparatorluğunda Tanzimat sonuna  kadar “haklaştırma” kurumunu temsil eden tek yetkili mercii “Şeriat Mahkemeleri” olduğunda her türlü tedbir ile bu kurumun düzeltilmesine yönelik gayretler artarak devam etmiştir.

Kabakçı Mustafa İsyanı sonucunda III. Selim'in tahttan indirilmesi ve ardından ölümü, kargaşa ortamı yaratmıştı. Bu olaya Alemdar Mustafa Paşa'nın müdahalesi ile durum düzelmeye başlamış, Il.Mahmut'un tahta çıkmasıyla yeni bir döneme girilmişti. II.Mahmut, sadrazam yaptığı Alemdar Mustafa Paşa'nın idaresi sırasında sessiz kalmış, yönetimde bu dönemde ve 1826'ya kadar bilindiği gibi herhangi bir yenilik girişiminde bulunmamıştı. Bununla birlikte güvenilir ve bilgili adamlarını devlet yönetiminde önemli mevkilere getirmişti.[17]

Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kaldırılması önemli bir adım olmuş, ardından yenilikler yapılmaya başlamıştı. Ancak sözünü ettiğimiz tarihe kadar, devleti alakadar eden konulara da ilgisiz kalmayıp çeşitli fermanlar yayınlamaya devam etmiş, bunlarda zaman zaman kadılık kurumuna da yer vermiştir. Örneğin, 1815'te ilan edilen bir adalet fermanında kadıların içinde bulunduğu durumdan da söz edilmektedir.[18]

Padişah, bu fermanda geleneksel bir anlatımla amacının halkın refah ve huzurunu sağlamak olduğunu belirttikten sonra, ülkenin içinde bulunduğu duruma değiniyor, özellikle de kadı ve naiplerin sebep oldukları yolsuzluklardan bahsediyordu. Buna göre altı ayda bir düzenlenen vergi dağıtım defterlerine(tevzi' defterleri) "Harc-ı defter ve imza" adı altında toplam giderlerden kuruş başına birer para almaları kuraldı, bunun dışında çeşitli adlarla kendileri için ek yapmamaları gerekirken, buna uymadıkları belirtiliyordu.[19]

Diğer fermanlar gibi bu iki ferman da pek işe yaramamış 20.05.1834 (ll M 1250) tarihinde naiplerle ilgili bir irade sadır olmuştur29 .  Bu iradede; "icra-yı ahkâm-ı şer'iye memur olan nüvvâbın dahi ehliyetli olması ve ehl olarak niyabete tayin olunup" denildikten sonra:
  • şeri'i şerife, eskiden beri sicillere kayıt edilen adaleti ilgilendiren emirlere uyulması,
  • halka zülüm edenlerin, araştırma sonucunda gerçek olduğu anlaşılırsa sorumlu tutulacakları, ilan ediliyordu.
Bu emirden çok kısa bir zaman sonra, 25.12.1834 tarihinde yeni bir ferman yayınlandı. Buna göre;
  • Naiplerin sık sık değiştirilmesinin halka zarar verdiği, şikayetlere sebep olduğu, bundan vazgeçilmesi,
  • Şikayet ve istifa ile naip azledilmemesi,
  • Mahkemelerde alınması gereken belirli ücretten fazlasının alınmaması,
  • Naip tayininde saptanmış miktardan fazla ücret alanında, verenin de cezalandırılacağı,
  • Kadı ve naipler geçinemiyorlarsa Şeyhülislamlığa başvurmalarını,
  • Şeriatın uygulayıcısı olan naiplerle idareciler hakkında şikayet olursa, Rumeli'deyse Rumeli kazaskeri, Anadolu'daysa Anadolu kazaskeri ya da duruma göre Bab-ı Ali veya Şeyhülislam tarafından memur tayin edilip araştırılması ve suçlu görülenlerin cezalandırılması için gerekenlerin yapılması emrediliyordu.[20]
Bir tedbir olarak 1837 (1253) tarihinde kazaskerlikler birer mahkeme olarak Bab-i Meşihat’a nakledilmiş ve bütün kadılar şeyhülislâma bağlanmıştır. Bu arada kadıların idarî, mahallî idare yetkileri de kaldırılmıştır

Nihayet, 1838 (1254)  tarihinde kadıların yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemek ve mevcut usulsüzlükleri ortadan kaldırmak amacıyla Tarik-i ilmiye dair Ceza Kanunname-i Hümayunu yürürlüğe konulmuştur. Sözü edilen Kanun, Mayıs sonları 1838'de (Ra 1254)'de basılarak birer nüshası bütün vilayet ve sancak merkezlerine gönderilen "Tarik-i İlmiyye 'ye Dair Ceza Kanunnamesi"dir. 12 Aralık 1838 tarihinde yürürlüğe giren bu Kanuna birde "Ek” yapılmıştır.[21]
.
Bu Kanunnamede özetle;
  • Ulemadan halkın hizmetinde olanların yerine getirmeye memur oldukları hizmetlerinde kişisel gereksinimler ve şeriatın öngördüklerinden başka bir yol tercih etmeleri halinde durumlarına göre gerekli uyarının yapılacağı, yola gelmezlerse bu işi yapmaktan men edilecekleri,
  •  Büyük küçük kim olursa olsun şeriatın kurallarını uygulamakla görevli olanlar, verecekleri hükümlerde dostlukla ya da rüşvetle haksızlık yaptıkları anlaşıldığı takdirde aldıkları rüşvetin kendilerinden isteneceği ve ayrıca cezalandırılacakları,
  • Rumeli ve Anadolu Kazaskerlerini görev sürelerinde rüşvet ile kadı atadıkları anlaşılırsa, aldıklarının sahibine geri verileceği, rüşvetle elde edilen görev ve unvan o kişiden alınacağı, kazaskere de uygun bir ceza verileceği,
  • Görev süresi dolan kimsenin görevi uzatılmak istendiğinde şeyhülislamın onayından sonra kuralına göre işlem yapılacağı, Bu yola gidilmeden yapılacak işlemlerin geçersiz sayılacağı,
  • Halâ eğitim ve öğretimde ve kadılıkta bulunan kimse, her ne kadar ilim ve hünerleriyle bilinir olsa dahi tutum ve davranışları iyi olmazsa, şer'an ve örf’en ilim erbabına yakışmaz uygunsuz davranışlarda bulunmayı adet edinenlere hiçbir kazanın "icra-i ahkam-ı şer'iyyesi" yani yargı görevinin verilmeyeceği,
  • Bundan böyle durumu bilinmez kimselerin, hizmet-i şer' talebinde bulunması halinde, Şeyhülislamın nezaretinde şeriat işlerinde çalışmış üç dört kişi tarafından imtihan yapılacağı, Şeriatın gereklerini yerine getirecek yetenekte görülenlere şeyhülislam tarafından " Mühürlü Pusula"( yeterlik belgesi) verileceği,  Yeterli görülmeyenlerin, naiplik isteğinde bulunmaması gerektiği, ehliyetli olmayanların herhangi bir yolla naip olmaları durumunda görevden alınacakları,
  • Sancak dahilindeki küçük kazaların hakimlik işlerinin yakınlarındaki büyük kaza hakimlerince görüleceği, ancak arada 6 saatlik uzaklık varsa o zaman, büyük kaza hakiminin denetiminde olmak şartı ile" naip" atanacağı, Bölgede büyük kaza yoksa 3 veya 4 küçük kaza birleştirilerek bir naip atanacağı,
  • Hiç kimseye rüşvet, aracılık ve merhametle hakim atanmayacağı, eğer bu yollarla atananlar olursa, rüşvet alandan aldığı miktar tahsil edileceği, cezalandırılacağı, hakimin de azledileceği,
  • Bir kimsenin hâkim atandıktan sonra “Bana Yararları Dokunur” diye, vali, mütesellim, voyvoda, muhtar ile ileri gelenlere rüşvet vermesi (Hediye) ve bunu halktan çıkarmaya kalkması halinde cezalandırılacağı,
  • Tereke yazımında, şeriatın gereği ve padişahın fermanına uygun olarak "kuruştan bir para resm-i kısmet ve bin kuruştan altmış para ücret-i kaydiyye" ve müzayede ile satılan terekeden elde edilen meblağdan "bin kuruştan iki kuruş ücret-i delaliyye alınıp bunlardan fazla harc-ı hüccet, vesayet ve hademe ve ihzariyye ve kalemiyye namıyla ve nam-ı aherle bir akçe alındığı" anlaşılırsa, alınan şeyin iade edileceği ve alanın cezalandırılacağı,
  • Bir kimsenin öldüğünde arazi ve gelirleri hâkim tarafından satılmayıp "ziyade alacağım diyerek" fazla bedel ile deftere kaydedip varisler arasında bölüşmekte iseler de bu tür eşyanın kaybolması ya da zayii edilmesi mümkün olduğundan hak sahiplerinin zararına olmaktadır. Bundan böyle bir kimse öldüğünde, çocukları ve varisleri eğer küçük, akli dengesi bozuk veya başka yerlerde ya da kayıp iseler öncelikle bunlar için bir "vasi" ve "kayyum" veya "nazır" atanacak, sonra tereke her ne ise müzayede ile satılacağı, masraflar düşüldükten sonra varisler arasında bölüşüleceği,
  • Şeriatın hizmetinde bulunan kişilerin hamiyetli ve bilgili olmaları gerektiği, din ve devlete ve halka hayırlı hizmetler görerek emsallerinden üstün başarı göstermeleri halinde taltif edilecekleri,
Genel itibariyle çıkarılan bu Kanunname ile rüşvetin önü kesilmeye, bilgili ve eğitimli kişilerin kadı ve naip atanmasına dikkat çekilmeye özen gösterilmiş ve cezalandırılacakları ifade edilerek yaptırımlar konulmuştur.

II. Mahmut Dönemi'nin sonlarında kadı ve naiplerin giyim kuşamıyla ilgili bir düzenleme yapılmıştır. 06.08.1838 tarihinde yapılan öneri padişah tarafından uydun görülmüş ve çıkarılan irade ile kadıların resmi törenlerde kıyafetlerinin ne olması gerektiği yeniden belirlenmiştir. Buna göre; kadılar, resmi toplantı ve divanlarda eskiden beri müderrisler gibi resmi kıyafet giyiyorlardı Ancak, bir süredir bunu bırakmışlar, divanlarda giyindikleri kıyafetler birbirine ve düzene uymaz olduğundan, düzensizliğe son vermek için resmi tören, toplantı ve divanlarda "telli imame ve ferace" yani sarık ve cübbe giymeleri kararlaştırılmıştı.[22]

Sonuç:
Bir kurumun bozuşmasının en önemli simgelerinden birisi de “hakkın dağıtılmasında /haklaştırmada” yaşanan sorunlarla başlar. Bu bir kamu kurumundan - aileye, devletin kendisinden - işyerine kadar çeşitlendirilebilir. Elbette yaşanan sıkıntıları görerek çözümü hususunda söyleyecek bir şeyleri olanlar bulunacağı gibi, bu durumdan istifade edenlere de rastlamak mümkündür.

Bu çalışmada, Osmanlının uyuşmazlıkları çözüm mekanizmasında yaşanan sıkıntıları, kronolojik bir sıra ile tespit ederek çözüm arayan iki önemli Padişahtan bahsetmeye gayret ettik. Elbette III.Selim ve II.Mahmut çözüm konusunda gayret gösteren iki önemli figür olarak karşımıza çıkmaktadır.   Tanzimat'ın ilanı ile  bütün alanlarda yeniden düzenleme girişimleri yapıldığını görüyoruz. II. Mahmud, devletin ana kurumlarında köklü reformlar yapmakla işe başlamış ve böylece Tanzimat'ın temelini atmıştır. Özellikle o devir Avrupası'nı model alan modem bir bürokrasi kurmak istemiştir. Öncelikle mevcut kurumlar Batı bürokrasisi esaslarına uydurulmaya çalışılmış, ilk başta memurları hariciye ve dahiliye olarak iki sınıfa ayırıp, memurlara maaş tahsis etmiş[23], ayrıca ehliyetsiz kişilerin memur olmasını önlemek için sınav usulü[24]  getirerek devlet işlerini önemli ölçüde aksatan rüşveti engellemek istemiştir.


II. Mahmud'un özellikle devlet görevlilerine yönelik düzenlemeler yapmasının amacı halkın adaletle yönetilmesini sağlamak ve güven duygusunu tesis etmekti. Devlet görevlileri arasında rüşvetin ne kadar çok yaygın olduğunu bilen II. Mahmud, ceza kanunnamesi yapılmasını emretti. Rüşvet suçu üzerinde durup, vükela ve memurlara maaş bağlandığını bu nedenle şer'an, dinen ve aklen yasak olan irtişanın tamamen def ve imhasının gerektiğini belirtip, memurların görecekleri işlerin düzenlenmesini, işleyebilecekleri suçların ve cezalarında bir kanunname ile tespit edilmesini istedikten sonra gene rüşvete yönelerek, bu kanunname çıktıktan sonra hiçbir hatır ve gönüle bakılmaksızın hangi memuriyet ve hangi rütbeden olursa olsun rüşvet alan ve verenlere de ceza konulmasını istedi. Ancak gelinen noktada alınan tedbirlerin sorunu çözmediği açıkça anlaşılmaktadır.
-Bu makalenin müellifinden izin alınmadan yayımı yasaktır-



[1] Osmanlıda Kadılık  - Kadir ARSLANBOĞA
[2] AYDIN, M. Â., 1996. Türk Hukuk Tarihi (Genişletilmiş 2.Baskı), Beta Bas.Yay., İstanbul, XIX, 352s.
[3] CİN, H.-AKGÜNDÜZ ,A., 1990. Türk-İslâm Hukuk Tarihi, C.2, İstanbul, 230s.
[4] Tanzimat arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ
[5] Osmanlıda Kadılık  - Kadir ARSLANBOĞA
[6] Tanzimat Arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ
[7] A.g.e
[8] Musa Çadırcı, "Cevdet Paşa'nın Medreselerle İlgili Görüşleri", Ahmet Cevdet Paşa, Vefatının 100. Yılma Armağan, Ankara, Diyanet Vakfı Yay. 1997,5.79-84.
[9] Mustafa Akdağ, Türkiye 'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.II, Ankara, 1971,5.251,309.
[10] Tanzimat arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ
[11] Kazalarda kadılık edenler müddetlerini bitirip mazfıl olarak İstanbul'a gelince her Çarşamba günü mensup oldukları kazaskerin dairesine devam etmek kanun olup buna mülazemet-i müstemirre denilirdi.
[12] Yücel Özkaya, "XVIII. Yüzyılda Çıkarılan Adaletnamelere Göre Türkiye'nin İç Durumu", Belleten, c.xXXVIII/151, Temmuz 1974, Ankara, s.454-458.
[13] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1988.
[14] Tanzimat arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ
[15] A.g.e. S:38
[17] Tanzimat arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ S:42
[18] Musa Çadırcı, "Tanzimat'ın ilanı Sıralarında Osmanlı İmparatorluğu'nda Kadılık Kurumu ve 1838 Tarihli "Tarîk-i İlmiyye'ye Dair Ceza
Kanunname’si", DTCF Tarih Araştırmalan Dergisi, Cilt: XIV i 25, Ankara 1982, 5.139- 161.
[19] Tanzimat arifesinde Kadılık Naiplik Kurumu – Doç.Dr.Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU; Yrd.Doç.Dr. Selda KILIÇ S:42
[20] Tak-vim-i Vekayi, defa. 93, fi 23 Ş 1250-(25.12. 1834)
[21] Musa Çadırcı, a.g.e., S.140
[22] Hatt-ı Hümayun, no-24176, 24176-A. Bkz. Ek. Bu emrin Takvim-İ Vekayİ'de yayınlanarak duyurulması öngörülüyordu.
[23] Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Devrinde Meclis-i Valii (1838-1868), TTK, Ankara 1999,5.23.
[24] Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilahnda Reform, Eren Yayınları, İstanbul 1993,5.55.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is