Ana içeriğe atla

Milliyetçilik ve Müzik


 
Helsinki’de liman kıyısından başlayan Esplanadi, iki cadde arasında uzanan parkı ve güzel çeşmeleriyle, yaz güneşinden faydalanmak isteyenler için önemli bir merkez konumundadır. Buraya kadar gelmişken yakınlarda yer alan Sibelius Parkına gitmemek olmaz. Parkın simgesi olan ve Heykeltıraş Hiltunen’e ait, 30 ton çelikten imal edilmiş 600 tane borusu ile bir huş ormanını simgeleyen eser, Finlilerin en büyük ulusal bestecisi Johan Julius Christian "Jean" Sibelius için yapılmış bir anıttır.

Belirli bir döneme rastlayan klasik müzik eserlerinde romantik tınılardan çok, folklorik özelliklere rastlamak mümkündür. Bu doğrultuda eserler veren bestecilerden birisi de Johan Julius Christian "Jean" Sibelius’dur. 8 Aralık 1865 tarihinde doğan Sibelius’un  orkestra için düzenlediği 2 numaralı senfoni ile Finlandiya'nın ulusal kimliğinde büyük rol oynadığı bilinmektedir.

Sibelius ve çağdaşı Finlandiyalıların milliyetçi akımları desteklemelerinin gayet anlaşılır bir gerekçesi vardır. Tarihi kayıtlara göre Finlandiya olarak adlandırılan bölge, 1150 yılında İsveçliler tarafından işgâl edildi. Bu işgal, sadece bölgesel bir ele geçirme hareketi değildi. Dinsel bir dönüm noktası olarak da adlandırılan bu tarihten itibaren Finlandiya’lılar, Hıristiyanlık ile tanışmış oldular.  14. ve 19 yüzyıllarda Finlandiya, İsveç ile Rusya arasında bir savaş alanı haline geldi ve yaşanan bu çatışmalar Rusya'nın üstünlüğüyle sonuçlandı. Finlandiya Rusya'ya bağlı bir grandüklük haline geldi. Her ne kadar Rus hâkimiyetinin yaşandığı dönemde halka bâzı haklar tanınsa da 19. yüzyıldan îtibâren gelişen yeni bir Rus akımı (Panslavizm) sonucunda bütün bu serbestlikler sona erdi. Finlandiya, bağımsızlığını ancak Sovyet ihtilâlı sırasında elde edebildi. Ancak, her şey bitmemişti. 30 Kasım 1939’da başlayan Rus istilâsı, Almanya’nın 22 Haziran günü Rusya’ya savaş açarak Laponya’yı işgâl etmesi ile farklı bir boyuta ulaştı.

İşte bu çevrede, yani varlığını tüm uluslara duyurmaya ve kabul ettirmeye çalışan, kendi topraklarında egemenliğini yaşayamayan bir ülke vatandaşı olan Sibelius, hemen tüm bestelerinde folklorik unsurlara ve milliyetçi tınılara yer vermeye özen gösterdi.

Sadece Sibelius mu? Aslında müzikte milliyetçilik akımları, müzik tarihinde çok daha geniş bir yere sahiptir. 

Müzikte milliyetçilik eğiliminin ortaya çıkması ile beraber,  farklı ulusların bestecileri müziklerini yurtsever temalara ve kendi topraklarının geleneksel halk müziğine dayandırmaya çalışmışlardır. Bunların arasında Rusya’dan Modest Mussorgsky (1839- 1881) ve Nikolai Rimsky-Korsakov (1844- 1908), Çekoslovakya’dan Antonin Dvorák (1841- 1904), Norveç’ten Edvard Grieg (1843- 1907), İngiltere’den Edward Elgar (1857-1934) sayılabilir.

Ne kadar enteresandır ki, milliyetçilik akımlarının filizlenmesine sebep olan Fransa’nın bestecileri, halk müzikleri yerine geleneksel aristokrat (kentsel içerikli) müziklerini üretmişlerdir. Bu dönemin Fransız müziği; ölçütleri, sınırlılıkları, berraklık ve açıklığıyla diğerlerinden ayırt edilmiştir.


MİLLİYETÇİLİKTEKİ GELİŞMELER:

Her halkın, ötekilerle işbirliği yaparak, insanlığın genel misyonunun yerine getirilmesi yolunda, kendine verilmiş özel bir misyonu vardır. Bu misyon, onun ulusal kimliğini (nationality) oluşturur. Ulusal kimlik kutsaldır.

Young Europe Örgütünün Kardeşlik Akdi-1834
 
Fransız Devrimi ile 1848 yılları arasında kalan dönem, başta müzik dünyası olmak üzere,  Romantik Dönem olarak bilinmektedir. Bu zaman süresince, yaşanan siyasi istikrarsızlık ve kargaşa “tüm savaşları sona erdiren savaş” ile sonuçlandı. Avrupa'da tüm Dünyada olduğu gibi mutlak bir kaos ve bozulma yaşandı.

Napolyon savaşları sonunda, 1814-1815 sırasında düzenlenen Viyana Kongresi, Avrupa’nın sınırlarını değiştirirken düşünsel iklim ve ekonomik yapı üzerinde de etkili oldu. Elbette bu etki müzik dünyasını da değiştirdi.

Fransız İhtilali ile etkinlikleri artan milliyetçilik, hürriyetçilik ve sosyalizm akımları, Avrupa’da daha önce görülmemişti. Batıda, 1848 tarihinden önce, dayanağı kitlesel tabana dayanan ve gelenekselleşmiş tek bir milliyetçilik akımı vardı ki bu akımda İrlanda Kurtuluş Akımı idi. Kaldı ki, bu tarihe kadar böyle bir sorun yaşamamış, milliyetçilik düşüncesine tamamen karşı ve statükonun korunmasından yana olanların önderi durumundaki Prens Klemens von Metternich görüşlerini  “devletlerin, hanedanların meşruluğu üzerine kurulduğu; aksi takdirde anarşi olacağı” şeklinde ifade etmekteydi.

Dönemin tüm güçlü ülkeleri tarafından kabul edilen Metternich sistemi, Avrupa'yı federasyon sistemi içinde yeniden kurmak ve kıtanın merkezinde yer alan Avusturya'nın yönetiminde federatif bir güç oluşturmak olarak  özetlenmekteydi. Ancak bu büyük çabanın temelinde, “quo ante bellum” yani eski hale dönüş, bir başka ifade ile 1793 tarihinden önceki yapıya geri dönme isteği olduğunu belirtmek gerekir.





Neden 1793? Bu yıl Fransa Kralı XVI. Louis giyotinle idam edildi. Bunun sonucunda Büyük Britanya, Hollanda ve İspanya Fransa’ya savaş açtı. Böylece var olan düzen bozuldu, üretim zayıfladı.

Yaklaşık yarım asır devam eden  Metternich sistemi 1848 de ortaya çıkan ayaklanma, devrim ve özgürlük hareketleri ile sona erdi. 1848 yılında Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Avrupa'da Sanayi Devrimi büyük ölçüde tamamlanmış, sanayicilerin ve şirketlerin gelirlerinde büyük bir artış görülmesine karşılık köylerde ve kentlerde yaşayan fakir halk bu zenginlikten nasibini almamıştı. İşçiler günde 13-15 saat çalışıyorlar, sağlıksız ve kirli konutlarda zor koşullarda yaşamaya devam ediyorlardı. Köylerde artan nüfus işsizliğe ve toprak yetersizliğine yol açmış, alt yapının yetersiz kalmasına neden olmuştu. 1845 ve 1846 hasat mevsimlerinde Belçika'da ortaya çıkarak diğer Avrupa ülkelerine yayılan Patates Hastalığı (Phytophthora infestans) Avrupa'da büyük bir açlık salgınına yol açmış toplumun yoksul kesimlerinde büyük bir tatminsizlik duygusuna neden olmuştu.

Aynı yıllarda Alman Karl Marx ve Friedrich Engels'in birlikte yazdığı ve 1 Şubat 1848 tarihinde yayınlanan Komünist Manifesto, özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız ve devletsiz bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini iddia etmekteydi. Bu koşullar altında devrim düşüncesi toplumun çeşitli kesimlerinde çok sayıda taraftar bulmuş ve sonunda 1848 yılında bu devrimler bütün şiddetiyle patlak vermiştir.

Başta İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya, Polonya, Romanya ve Macaristan bu dönemde büyük sarsıntılar geçirdiler. Hatta Fransa'da cumhuriyetçi ayaklanma ve işçi ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalan Kral Louis-Philippe'in tahttan indirildi ve İkinci Cumhuriyet kuruldu.

Berlin'de yapılan miting ve gösterilerden korkan Prusya kralı IV. Friedrich Wilhelm göstericilerin taleplerini kabul ederek parlamento seçimlerinin yapılmasını, bir anayasa hazırlanması ve basın özgürlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Saksonya'ın Dresden kentinde 3-9 Mayıs 1849 tarihlerinde ortaya çıkan ayaklanmada ünlü Klasik Müzik bestecisi Richard Wagner de rol oynadı. Halkın baskısı sonucu Bavyera'da Kral I. Ludwig tahtan inmek zorunda kaldı.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun egemenliği altındaki bölgelerde de ayaklanmalar ve gösteriler yaşandı. Viyana'da 1848 yılı boyunca 4 defa hükümet değişikliği yaşandı. İmparatorluğun vatandaşı olan Çekler, İtalyanlar, Slovenler, Lehler, Sırplar, Hırvatlar, Slovaklar, Romenler ve Macarlar arasında bağımsızlık talepleri yükseldi. Macaristan'da bağımsızlık hareketleri bir bağımsızlık savaşına dönüştü. Budapeşte'de Lajos Kossuth'un başkanlığı altında kurulan hükümet Avusturya'dan bağımsızlığını ilan etti. Ayrıca 1848 yılında Polonya'da Prusya işgaline karşı büyük ayaklanmalar yaşandı. Romanya'da Rusya'nın yönetimine karşı ayaklanmalar ortaya çıktı.

İÇ SORUNLAR (DİL SORUNU)
En önemli iç çatışmalar, Almanlar, İtalyanlar ve Slavlar arasında patlak verdi. Frankfurt Parlamentosu, Avrupa’nın Almanca konuşulan bütün bölgelerini yeni kuracak ulus devletin çatısı altında birleştirmeyi hedefleyen “Pan-germanizm” ve kendisini Prusya ile Alman Konfederasyonu’nun küçük devletleri formülüyle sınırlandıran “Kleindeutsch” hareketi arasında ikiye bölünmüştü.

İtalya’da ise, aynı dili konuşan insanların bir araya gelerek daha büyük bir siyasal birim yaratma çabası büyük zorluklarla karşılaştı. Sicilya’nın, Napoli anakarasından ayrılmak istemesi, Savoy Hanedanlığı’nın ise sadece kendi topraklarını genişletmek için yollar araması Venedik şehrinin Venedik anakarasını talihiyle baş başa bırakması bu güçlüklerin önemli başlıklarını oluşturmaktaydı.

Doğu Avrupa üzerinde önemli bir etkisi olan Almanların ve Macarların baskılarına direnmeye çalışan, bir başka ifade ile ortak bir amaca sahip olan "Slavlar" bile bir araya gelmekten uzaktı. Bunun en iyi örneği Slovaklar ve Çekler arasında yaşanıyordu.

MÜZİKTEKİ YANSIMALAR:

İşte bu toplumsal karışıklıklar ve farklılaşmalar sürerken müzikte de önemli değişikliklerin yaşanması kaçınılmaz hale geldi. On dokuzuncu yüzyıldan önce popüler görüş, halk müziğinin, her zaman ve her şeyden önce bir milletin temel müziği olduğuydu. Ancak, paradoksal olarak halk müziği, her zaman yereli yada bölgeseli yansıtmamaktaydı. Bazı üslup özellikleri, belirli bir ülkeye ve bölgeye göre farklılıklar gösterdiği gibi, benzerlikleri de içerebilmekteydi.
Bununla beraber, şehirleşmenin gelişmesi ile folklorik müzik kitlelerden uzak, belirsiz ve temelsiz bir hale geldi. Genellikle kırsalda yaşayan ve tarımla uğraşan halkın müziği olarak kaldı. Ulus ve ulusa dair müziğin oluşması ise daha çok kentli toplumun meydana çıkması ile görüldü.

Milliyetçilik, yaşamın her alanında olduğu gibi, on dokuzuncu yüzyılın müziği üzerine de estetik açıdan önemli bir etki yaptı. Her toplumda farklı şekilde filizlenen vatanseverlik işaretleri, ekonomik, kültürel ve sosyal engellere duyulan öfkelerle biçimlenerek farklı yansımalara sebep oldu.  Ulusal müziğin her ülke ulusalı olmaktan uzak olduğunu keşfeden 19. yüzyıl milliyetçi müzik bestecileri, folklorik besteleri kullanarak, özgün ve yerel duyguları içeren ve ayrıca içinde birey ruhu yerine ulusal öğretilerin yer aldığı besteler ürettiler.

On dokuzuncu yüzyıl bestecileri kendilerini ifade etmek için sadece kendi tarzlarını kullanmakla yetinmedi. Genel olarak, romantik bestecilerin halk şarkılarını keşfetmeleri ve bunları kendi eserlerinde kullanmaları yavaş oldu. Önceleri mazurka gibi köy danslarını kullanan besteciler; daha sonra senfonik eserlerde de folklorik müzikleri kullandılar. Ancak genellikle gür, canlı orkestra uyarlamaları ile basit karakterli tınıları örtme gayretine girdiler. Halk müziği temelde “monodik” yani Yunan dramaları gibi bir ses ya da aktör için bestelenmiş (gazel) olduğundan, 19. yüzyıl kompozitörlerinin köklü formülleri içinde asimilasyona direndi ve alışılmadık armoniler ile güçlü besteler ortaya çıktı. Böylece dönemin romantik bestecileri tarafından fark edilen halk odaklı müzikle harmanlanmış yeni armonilere sahip denemeler yapılmaya başlandı.  Böylece, müzikte taklit geleneği mahkum edildi ve yerel tınılara sahip müzik yapıtlarının  toplumsal yaşamın gerçeği olduğu kabul gördü.
Verdi’nin İtalyan nasyonalizmini dile getirdiği eserlerinin yanı sıra, Auber’in Belçika devrimini başlatan “La Muetta du Portici” si, Glinka nın “Çara Uygun Bir Yaşam” adlı eseri ve nasyonalizmin erken dönemi ile olan bağlantıları sebebiyle Macar “ Hunyady Laszlo” önemli eserlerdir. 
 
Bunların içinde bazı besteler vardı ki, hâlen milli marş olarak kullanılmaktadır. “Das Lied der Deutschen” (Deutschlandlied) Almanya'nın milli marşıdır. Ünlü Alman şair August Heinrich Hoffmann von Fallersleben'in 1841'de besteci Franz Joseph Haydn'in bir melodisinden ilham alarak yazdığı şiir, 1922 yılında Weimar Cumhuriyeti'nin milli marşı olmuştur. Nazi Almanyası döneminde (1933-1945) şiirin sadece ilk kıtası okunmuştur. II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan Batı Almanya Cumhuriyeti'nde Nazi kıtası olarak simgelenen 1. kıta, milli marştan çıkarıldı. 1990 yılında iki Alman devletinin birleşmesi sonrasında Cumhurbaşkanı ve Şansölyenin yazışmalarıyla alınan kararla resmen bütün Almanya'nın tek milli marşı olarak kabul edildi.


 
NAZİLER VE MÜZİK:

Nazi dönemi, müziğin siyasallaştırılmasında öncü bir rol üstlenmiştir. Bu dönemde farklı amaçlarla değişik stillerde müzik eserleri bestelenmiştir. Nazi Partisi, özellikle birlikte yürümeyi kolaylaştıran güçlü propaganda şarkıları bestelenmesini sağlamış veya var olanları kullanmıştır. Birçok propaganda şarkıları arasında en gözde olanları ise “Hitlerjugend” (Hitler Gençliği) için düzenlenenleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mitingler ve kamusal etkinliklerde müziğin yaygın kullanımı da bu dönemin önemli özelliklerindendir. Nazi hayalinin büyük kitlelere ulaştırılmasında müziğin önemli bir gücü vardı. Bu konuda en önemli çalışmalar ise Joseph Goebbels tarafından gerçekleştirildi. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisinin bir tanıtım müziğine ihtiyaç duyduğunu düşünen Goebbels, bunun  için 14 Ocak 1930'da öldürülen SA (Sturmabteilung) Sturmführer’i Horst Wessel’in yazdığı “Die Fahne hoch” adlı şiirin bestelenerek kullanılmasına karar verdi. Özellikle, mitingler ve diğer kamu olaylarında yaygın olarak kullanılan bu marş, önemli bir propaganda şarkısı oldu. Bu şarkı o kadar önemli bir hale geldi ki, İngiltere'de Oswald Ernald Mosley'nin kurduğu British Union of Fascists'in partisi bu  marşı İngilizce şiiriyle okudu. Ayrıca, İspanya'da Falange Partisi tarafından İspanyolca şiiriyle de söylendi.
Ancak ne kadar enteresandır ki, 1933 ve 1945 yılları arasında Nazi işgali altındaki Avrupa'da kurulmuş gettolarda ve kamplarda birçok yeni gruplar oluştu ve bunlar çok kaliteli caz ve klasik müzik eserleri yaptılar. Gettolarda Yahudi mahkumlar genellikle bilinen melodiler dayalı yeni Yiddiş (Almanya'dan çıkarılan Yahudilerin konuştuğu Almanca) şarkılar yazdı. Elbette sadece Yahudiler değil, aynı yerlerde veya farklı kamplarda yaşayan on binlerce Yahudi olmayan siyasi mahkûm da, Nazi rejiminin deneyimlerini ve bu rejimin sona ermesi için duydukları umutlarını anlatan şarkılar bestelediler.

Nazi’ler, Alman müzik dünyasını arındırmak ve yeniden inşa etmek için büyük bir arayış içine girdiler. Bu arayış 1933 yılında yayımlanan “Irk Kanunları” ile sonuca ulaştı. Reichsmusikkammer (Reich Müzik Odası) bu tarihten itibaren "Irksal" olarak karışık olmayan, bir başka ifade ile tam Alman olan sanatçıları belirledi, diğerleri yani Yahudiler, yabancılar ve siyasi solcular 'temizlendi' ve "Aryan" müzisyenler ile müzik yapma sürecine devam edildi. Hatta başta, Schoenberg, Mendelssohn ve Mahler, gibi ünlü bestecilerin müziklerini dinlemek bile yasak hale geldi.

Müzik, yine aynı dönemde,  farklı propaganda amaçları için de istismar edilmişti. 1933 yılında işsiz kalan Yahudi sanatçıların  Nazilerin onayı ile kurdukları “Kulturbund Deutscher Juden” adlı dernek, Nisan 1935'te Nazi yetkililerin baskısı ile adındaki Alman terimini silmek zorunda kaldı. Böylece adı “Jüdischer Kulturbund” olarak değişen dernek, Yahudilere kötü muamele olmadığını kanıtı olarak sunuldu. Benzer şekilde, Theresienstadt toplama kampında kurulan topluluk 1944 yılının yaz aylarında Kızıl Haç yetkililerinin ziyareti sırasında Verdi'nin Requiem ve Yahudi asıllı Çek kompozitör Hans Krása’nın yazdığı  çocuk operası “Brundibár” adlı eseri sergiledi.

Ancak en büyük manipülasyonun Richard Wagner üzerinden yapıldığı açıktır.

Bir sonraki konumuz da Hitler ile Wagner arasındaki ilişki olacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is