Ana içeriğe atla

III.Selim - Reformist Mevlevi

 
III.Selim, Nizam-ı Cedit meselesindeki yalnızlığını, şimdi de canını kurtarmak için verdiği savaşta yaşıyordu. Halbuki, tahttan indirildiği günden beri en çok yaptığı iş ile meşgul oluyor,  düşünüyor ve ibadet ediyordu.

Ama katiller güruhu bunlarla ilgilenmemekteydi. Kapıyı kırarak içeri girmeye çalışırken, Sultanları tarafından onlara verilen görevi yerine getirmenin sonucunda elde edeceklerini düşünüyorlardı. 

Ayrıca vakit daralmıştı, sarayın dışındaki binlerce insandan oluşan kalabalık, III.Selimi almak ve tekrar tahtta görmek istiyorlardı.
 
İçeri girdiklerinde hiç ummadıkları bir mukavemet ile karşılaştılar. Selim ilk girenleri haklamıştı ama elinde silah yoktu. Canilerin saldırışlarına, sarayın loş ve karanlık bir odasındaki dostları olan Ney'leriyle karşılık vermişti. Zaman ilerledikçe kendisini koruyacak gücü de kalmıyordu. Boğuşmalar, III.Selim’in defalarca bıçaklanarak öldürülmesi ile son buldu.

Ama Sultan Mustafa, tahtta rakipsiz kalabilmek için III. Selim’in yanı sıra, II.Mahmut’un da ortadan kaldırılmasını istiyordu. Katiller bu defa II.Mahmut’un odasına yöneldiler. 

Karşılarına Lala Tayyar Ağa çıktı. Onu darp etmekle yetindiler. Bu onların sonunu hazırlayacaktı. Kısa sürede kendine gelen Lala, yanındakilerle beraber harem kapısına geldi. Ancak hareme giremeyecekleri için Harem muhafızı hadım ağalara haber verdiler. Amber, Kasım ve Hafız İsa ağa olarak tanınan bu muhafızlar, Sultanlarını kurtarmaya çalıştılar ama Selim için yapılacak bir şey yoktu. Son çare II.Mahmut’un kurtulmasıydı.

Bu sırada, güçlü, kuvvetli, gözünü budaktan esirgemeyen Cevrî Kalfa, Şehzade Mahmut’u kaçırmış,  Altın Yol'dan geçirerek, üst katta bulunan kendi dairesine saklamıştı. Bu sırada bütün güçleri ile savaşan Amber, Kasım ve Hafız İsa Ağalar’dan  Kasım Ağa, atılan bir mızrakla yaralandı. Artık II.Mahmut’u kaçırmaktan başka çare yoktu. Tam bu sırada, uzun boyu ve dev cüssesiyle ortaya çıkan Cevri Kalfa kontrolü ele aldı. Eline geçirdiği çömleğin içindeki kızgın külleri katillerin gözlerine savurmaya başladı. Neye uğradıklarını şaşıran katillerin duraksamasından istifade eden Amber ve Hafız İsa Ağalar’da  Mahmud’a omuz vererek 'baca' adı verilen tepe penceresinden çıkarmaya çalışıyordu. Çömleğin içindeki külü tükenen Cevri Kalfa yediği tekmelerle baygınlık geçirdi. Katillerden biri, Ebe Selim, iyi bir bıçak kullanıcısıydı ve attığı bıçak Mahmud'un koluna saplanmıştı ama kaçmasına engel değildi.[1]

Sarayın girişindeki hareketlilik de son noktaya ulaşmıştı. Dış kapı kırıldı, Alemdar Mustafa Paşa içeri girer girmez Sultan Mustafa’nın önünde yatmakta olan  III.Selim’in cansız vücudu ile karşılaştı. Paşa,daha önce hiç görmediği Sultan’ın cansız vücudunun üzerine kapanarak ağlamaya başladığında yakınları “Ağlanacak sıra değil. Yeni bir cinayete yer vermeyelim. Şehzade Mahmud’u kurtaralım” diyorlardı.

Sultan Mustafa, II. Mamud’un da öldürüldüğünden emin olduğundan gayet rahat gözüküyor ve kendisine biat edilmesini istiyordu. Ancak kısa süre sonra anlaşılacaktı ki II. Mahmud kurtulmuştu.

Damdan indirilen II.Mahmud’a Alemdar Mustafa Paşa, “Ah efendim, ben amcanı tahta çıkarmak için gelmiştim, kör olası gözlerim onu bu halde gördü, bari seni cülus ettirerek, teselli bulayım.” dedi ve II.Mahmud tahta çıkartıldı.

Nasıl oldu da bu olaylar yaşandı. Bu sorunun cevabı III. Selim’in çalışmalarında bulmak mümkün. 

III.Selim Kimdir:

24 Ocak 1761 tarihinde Topkapı Sarayı'nda dünyaya gelen Sultan III. Selim, otuzuncu padişah olarak saltanatını sürdürmüştür. Babası Sultan III. Mustafa, Annesi ise Mihrişah Sultan’dır.
Sultan Selim’in bundan sonra göreceğimiz hassas ruhu ve yeniliğe açık aklı annesinin eseridir. 

Şair Münib, Mihrişah Sultan’ı şöyle anlatır;
"Mihrişah Kadın o Hûrşid-ü Kamer kevkebe kim
Pertev-i şânı kadar gamkede-i âlem-i şen
Mehdi-i ulyâmi edüb refêti temdit-i sürûr
Kimsenin tıfl-ı derd ile olmaz şiven"

İlber Ortaylı III.Selim’i şöyle tanımlar “III. Selim aydın bir veliahtlık dönemini yaşadı. Musikide memleketin en sevilen bestekarıydı ve bizzat kuzeni II. Mahmud’u da çok etkiledi. Ama II. Mahmud ne kadar göz dolduran bir hattatsa, III. Selim o derece de kötü yazısı olan bir hükümdardı. Osmanlı klasik eserlerini okudu, politika ilmine merak sardı, politika ilmini öğrenmek için safdil bir gayretle Fransa Kralı XVI. Louis ile dahi mektuplaştı. Hükümdarın bilgisi dışındaki bu mektuplaşma o zaman ağır bir suçtu. Nitekim III. Selim’den 70 yıl önce böyle bir fiilde bulunan Rusya veliahdı Aleksi Petrovic, babası Büyük Petro’nun gözünün önünde işkenceyle öldürülmüştür. I.Abdülhamid ise iyi bir insandı, yeğenine kıymayı bile düşünmedi. Bu fiili bir ihtarla men etti.”[2]

Sultan Selim, amcasının ölümü üzerine 7 Nisan 1789’da tahta geçti.

III.Selim Modernliği:

III. Selim Döneminde yapılanlar modernlik anlayışının ve ülkesinin gelişimi için yapabileceklerinin birer kanıtıdır.

Bir çok tarihçi III.Selimin aslında sadece askeri alanda önemli girişimleri olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu doğru değildir. Osmanlı, tüm Türk devletlerinde olduğu gibi bir asker devletidir. Devletin diğer unsurları bu esas üzerine kurulmuştur. Anadolu merkezli bir ülkenin coğrafi koşulları düşünüldüğünde bu durumun kaçınılmaz olduğu açıktır. Kaldı ki, “Osmanlı Devleti’nin gerileme döneminde yaşanan askeri ve siyasi mağlubiyetler ve iktisadi krizler son dönemlere kadar, Osmanlı reformcularının sadece askeri reformlarla ilgilenmelerine sebep olmuş ve bu durum onların toplumun diğer alanlarıyla ilgili reform yapma düşüncesi geliştirmelerine engel olmuştur. Örneğin, III. Selim’e verilen 17 adet “Islahat Layihası”nın hepsinde üç unsur öne çıkıyordu; asker tanzimi, asker maaşları, topçu, humbaracı ve sair ocakların ıslahı. Böylelikle ilk Batılılaşma teşebbüsleri genel olarak askeri alanda başlamış fakat daha sonra diğer kurumlar da kaçınılmaz olarak Batılı kurum ve modellere göre yeniden düzenlenmeye başlanmıştır.”[3]

III.Selim tahta çıktığında; Osmanlı kuvvetleri “Buzu” bozgununu yaşamış ve Rusya, Tuna’nın kuzeyinde ilerlemeye başlamıştı. General Suvarof, İsmail Kalesi’nin kuşatmasını inatla sürdürdü ve ani bir hücumla aldı. Büyük sorumluluklarla karşı karşıya olduğunun bilinci içinde bir yandan dış sorunları çözüme bağlamak, bir yandan da içişlerine eğilmek, bir fesat yuvası durumuna gelen Yeniçeri Ocağı'nı bir disiplin altına almak istedi. Bunun için yeniçeri ve sipahilerin ıslahı için bir program yaptırır. Artık daha çok eğitim görecekler ve rütbeye göre ücret alacaklardır. Ama sonuç vermez. Bu durumda tek çıkar yol kalıyordu. Yeni bir ordu kurmak.  Sultan Selim yapılması gereken ne ise onu yaptı ve  Nizam-ı Cedid teşkilatını kurdu, muhteşem bir eser olan Selimiye Kışlası’nı da inşa ettirdi.[4]

Bu ordunun finansmanı için 1 Mart 1793'te İrad-ı Cedit Hazinesini oluşturdu. Nizam-ı Cedit'teki en büyük yenilik Anadolu'lu Türk gençlerinden oluşuyor olmasıydı. 

Yeniçerilerden fazla maaş veriliyor, askeri bazı vergilerden muaf tutuluyorlardı. Bu ordunun batılı tarzda organizasyonu ve eğitimi için Avrupa'dan eğitim subayları getirilip istihdam edildi.

Bu teşebbüs Sipahi ve Yeniçeri ocaklarını tedirgin etmiş ve padişaha dişler bilenmeye başlanmıştı. Devletin üst düzey yöneticileri, yeniçerilerle işbirliği içinde olduğundan rüşvet almış, yürümüş, bu niyet onların da rahatını kaçırmıştı.

Sultan Selim döneminde yapılanlardan birkaç örnek vermek gerekirse; İsmail, Belgrad ve Yergöğü gibi büyük serhat kalelerinden altı tanesinin tamir veya yeni usul üzere yeniden inşa ediliyor, Bonnycastle'ın Öklid Geometrisine ait eseri Usul-ı Hendese adıyla 1797'de Türkçe'ye tercüme ediliyor, Tersane-i Amire'de inşa edilen Büyük Havuz için  İngiltere'den "tulumba-i nariye-Buhar gücüyle çalışan tulumba" satın alınıyor, Tophane'de "kavaid-i hendesiye" yani geometri kaidelerine göre top ve havan dökümü yapılıyordu. Ayrıca, İstanbul'da balonla gösteri uçuşu yapılmış olması da oldukça kayda değerdir.[5]

Ayrıca, III. Selim’in Osmanlı tahtına çıkmasından sonra babası Sultan III. Mustafa zamanında başlatılan modern denizcilik faaliyetleri devam ettirilmiştir. Çeşme baskınında yok olan Osmanlı Donanması tekrar oluşturulmağa çalışılmıştır.[6]

Osmanlı Devleti’nde  I. Abdülhamid döneminde  tersanesi oluşturulan Bodrum sahası,  III. Selim devrinde de önemli bir gemi inşa alanı  olmuştur.[7]

Sultan Selim, Türkçe'ye önem vermiş, yazılarında ve Hatt-ı Humayûn'larında kolay anlaşılabilir bir dil kullanmış, Vak'anüvislere daha sade bir dil kullanmalarını ve yalandan uzak yazmalarını emretmişti.

Barok sitilinden etkilenen III.Selim’in  döneminde; Mehmet Dede adlı bir dervişin cam yapım tekniklerini öğrenmek için İtalya ya gönderildiği belirlenmiştir. Bu kişi daha sonra Beykoz da ilk atölyesini açmış ve ilk eserleri de Beykoz tarzı cam süsleme sanatı olarak isimlendirilen objeleri imal etmiştir.

Osmanlı’da Batı tıbbını uygulama yönündeki ilk kurumsal çaba’da  III. Selim zamanında görülmüştür. Paris sefareti sırasında gördüklerinden etkilenen Bahriye Nazırı Moralı Seyit Ali Efendi, padişahı ikna ederek Kasımpaşa Tersanesi yanında bir hastane, bitişiğinde de bir tıp okulu açtı. Okulun 1807’de kabul edilen tüzüğü öğrencilerin İstanbul’daki eczacı dükkânlarında çalışıp İtalyanca öğrenmelerini, tıp ve cerrahi öğretiminin İtalyanca olmasını ve öğretim sonunda 4 yıl mecburi hizmet yapılmasını öngörüyordu. III. Selim’in bir başka girişimi de müfredatında kadavra disseksiyonunun yer aldığı bir tıp okulu kurmak oldu. Ancak, gerici bir ayaklanmadan çekinen Sultan bunun için bir ara çözüm geliştirdi; okulu İstanbul’daki Rum tebaaya açtırmak. Kuruçeşme Rum Tıbhanesi, Dimitri Moruzi’nin müdürlüğünde 1805’te açıldı. Ne var ki, 29 Mayıs1807’de, III. Selim, Kabakçı Mustafa ayaklanması ile tahttan indirilince iki okul da, Türk tıp tarihinin gerçekleşmemiş projeleri arasında yerlerini aldı.[8]

Selim’in Mevlevi Kimliği:
III. Selim Mevlevî tarikatıyla yakından ilgilenmiştir. Öylesine ki aynı zamanda hem şâir hem de büyük bestekâr olan III. Selim, Galata Mevlevîhanesi ve Mevlevîhane şeyhi Şeyh Gâlib ile çok yakından ilgilenmiş, Mevlevîhanenin tamiratına hatırı sayılır maddî yardımlarda bulunmuştur.[9] 

Bu durum aslında ilk değildir. Osmanlı merkezî yönetiminin, Mevlevîlikle ilk teması, II. Murad (1421-1451) dönemine rastlar. Bu döneme kadar geçen zamanda Mevlevîlik, Anadolu'da önemli bir güce ve saygınlığa erişmiştir. Osmanlı tarihinde ilk defa II. Murad, Edirne'de tam teşekküllü bir Mevlevîhane açtırmıştır.[10] 1426 yılında II. Murad'ın bu büyük Mevlevîhane'yi açmasıyla Mevlevîlik resmen, Osmanlı merkezî yönetiminin desteğini almıştır. Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin hemen ardından bu şehirde açtığı ilk tarikat dergâhı, Mevlevî dergâhı olmuştur. Gölpınarlı bu olayı ‘Kalenderhane zaviyesi, tam manasıyla bir Mevlevî dergâhı olarak açılmıştır ve böylece fetihten sonra  İstanbul’da ilk kurulan Mevlevîhane budur’ sözleriyle  aktarmaktadır.
Hem şâir hem de büyük bestekâr olan III. Selim, Galata Mevlevîhanesi'ne sık sık gidip buradaki sanat erbabı ile yakın ilişkiler içinde bulunmuştur. Ayrıca musikişinas ve şâirleri saray çevresine toplayarak bir sanat çevresi içinde yaşamış, ilim ve sanata çok önem vermiştir. On dokuzuncu yüzyılın başlarında III. Selim'in kendisinin de bir neyzen, tanburî, bestekâr olması sebebiyle musiki büyük bir gelişme göstermiş, pek çok Mevlevî musikişinas yetişmiştir.[11]

Ancak, merkezî yönetimle çelebilerin ilişkileri, gerek vakıf gelirleri yüzünden gerekse kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden zaman zaman bozulmuştur. Konya çelebileri bazen özellikle de on sekizinci yüzyıldan sonra, merkezî yönetime karşı tavır almışlardır. Çelebiler bazen siyasete karışmışlar, evkaf yüzünden birbirleriyle uğraşmışlar; bu sebeple de görevlerinden uzaklaştırılmışlardır.[12]

On sekizinci yüzyıldan sonra, merkezî otoritenin zayıflamaya başlaması ile bazı Konya çelebileri manevî nüfûzlarına dayanarak diledikleri gibi davranışlar sergilemeye başlamışlardır. Örneğin, Nizâm-ı Cedid'i kuran III. Selim, Mevlevîliğe intisap etmiş bir padişah olmasına rağmen Konya'da  şeyhlik yapan, Hacı Mehmed Çelebi fiilen III. Selim ve Nizâm-ı Cedid aleyhine çalışmıştır.[13]

Bestekârlığı:
III. Selim, yenilikçi bir padişah olmasının yanı sıra, güzel sanatlarla da uğraşan üstün yetenekli bir kişidir. "İlhamı" mahlasıyla şiirler yazan bir şairdir ve divanı vardır. Daha da önemlisi büyük bir musikişinas ve bestekârdır. Hüsn-i hat sanatında da ustadır.[14]  Ayrıca Selim'in tüm müzik türleri ile ilgilendiği, Topkapı Sarayı'nda opera temsilleri seyrettiği Sırkatibi Ahmet Efendi tarafından tutulan Ruzname’de ifade edilmektedir.

III.Selim, Sûzidilârâ faslı ve âyininin bestekârıdır. Şeyh Galip ve Esrar Dede ile çağdaş olan bu büyük üstat, uzun yıllarını Sadullah Ağa, Ârif Mehmed Ağa, Tanbûri İzak, Abdülhalim Ağa, Hamamizâde İsmail Dede gibi büyük ustalarla geçirdi. Isfahanek-i cedid, Hicazeyn, Şevk-i dil, Arazbar-bûselik, Hüseyni-zemzeme, Rast-ı cedid, Pesendide, Neva-kürdi, Gerdaniye-kürdi, Sûzidilârâ, Şevkefzâ makamları onun meydana getirdiği birleşik makamlardır. Gönlünde saltanat hırsı yerine, aşk ve heyecan barındıran III.Selim aşağıdaki eseri, Dünyanın ve hatta  saltanatın dâhi gelip geçici şeyler olduğunu, rind bir edâ ile anlatıyor.[15]


Bağ-ı âlem ıcre zâhirde safâdır saltanat

Dikkat etsen mânevi kavgaya cardır saltanat
Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın
Kâm alırsa adl ile ol dem becâdır saltanat
Kesbeder mi vuslatın bin yılda bir âşık ânın
Meyleder kim görse ammâ bîvefadır saltanat
Kıl tefekkür ey gönül çarhın hele devranını
Ki safâ ise velev ekser cefâdır saltanat
Bu Cihan'ın devletine eyleme hırs-ü tamâ
Pek sakın İlhamî zira bîbekadır saltanat


III. Selîm’in “Nizâm-ı Cedîd” adını verdiği yenileşme hareketi mûsıkîde nota, nazariyat, yeni makamlar, bestekârlık ve form anlayışlarında kendini göstermektedir. Birçok bestekâr “III. Selîm Ekolü” olarak adlandırılan bu anlayış çerçevesinde eserler vermişlerdir.[16]

Okçuluk ve III.Selim’in Rekoru:
Osmanlı’nın okçulukla ilgili merakı, Türklerin varlığı ile başlayan bir sürecin sonucudur. Ancak, III. Selim ve II. Mahmud okçuluk sporuna çok meraklıydılar. Bilindiği gibi, Türklerin kullandıkları bileşik yaylarla elde edilen rekorları yıllarca kırmak mümkün olmamıştır. Bu rekorların büyük bir kısmı “Ok Meydanı”ndaki nişan taşlarında kayıtlıdır. Bunlardan en uzunu, III. Selim’in 1798 yılında yaptığı 888 metrelik atışıdır. Bu inanılmaz rekor ancak 1977 yılında kırılacaktı.[17]

Eski Gülhane bahçesinde yer alan iki nişan taşından III. Selim’ e ait olanının üzerinde lahana, II. Mahmut’a ait olanının üzerinde ise bamya motifleri bulunur. Gülhane bahçesindeki lahana bezemeli nişan taşı, 1790 tarihinde Sultan III. Selim’in 400 adımdan bir yumurtayı vurması anısına dikilmiştir.  

II. Selim, Lahanacılar[18] takımına duyduğu sevgiyi İlhami mahlası ile yazdığı şiirde şöyle dile getirmiş:



Kış mevsiminde çıkar ortaya lahana
Gerçi biçimce Keykavus’ un topuzuna benzer
Can verir insana, çünkü taze gül yaprağı gibidir lahana
Dizilmez yüz bin, bir ipliğe bamya gibi,
Aslandır o, arabayla gezer sanki lahana
Hiçbir zevk ve mutluluk olmazmış onsuz
Olur mu helva söyleşileri, olmazsa eğer lahana,
Layıktır, ona İhami, ne türlü övgüler yazsa
Lahanacığım, lahanacığım, lahanacığım, lahana.

Sonun Başlangıcı:
Halk, Nizam-ı Cedid askerinin talimi, mühimmatın alımı, yeni dökümhaneler ve silah imalathanelerinin kurulması için konan aşırı vergilere her zaman olduğu gibi tepki gösterdi. Ama fitneyi üreten kesimler daha da gürültücüydü. Nitekim dönemin popüler tarih yazarı Yayla İmamızade risalesinde bu gibi provokatörleri; “Nizam-ı Cedid’in karşısında laf söylemeyi kâr bilen bir alay taharetini bilmez”ler diye ifade eder.[19]

Halkın arasındaki sıkıntı, zenginlerin mallarının bir bölümüne el konması, vergilerin arttırılması ve paranın değerinin düşürülmesi sebebiyle son noktaya ulaştı. “Yasal” kıyafet giyme zorunluluğu da tuz biber oldu.  

Tabiî ki devreye Şeyhülislâm girecekti. Dönemin Şeyhülislâmı Atâullah Efendi III. Selim’in hal'i için derhal bir fetva verdi. Verdiği fetvada onun, saltanat  tahtında istiklâlini kaybettiği, başkalarına âlet olduğu ve Müslümanlara karşı hareket ettiği için, hilâfete lâyık olmadığı belirtilmiştir. Bu; asıl olan dindir, devlet ancak onun için vardır kabulünün tabii sonucudur. Aynı anlayış doğrultusunda,  şeyhülislamlar, devlet kademesinde vezir-i azamların da üzerinde bir konumun sahibi olmuşlardır.[20]

Bir müddet sonra Rumeli Kavağı’nın muhafızı olan Laz uşakları başlarında zabitleri ile şehre yürüdüler. III. Selim tahttan indirildi, Kabakçı Mustafa ve hempaları amcası oğlu şehzade Mustafa’yı IV. Mustafa olarak tahtta çıkardılar.[21]

Kabakçı Mustafa İsyanı sonunda tahttan indirilen amcazadesi Sultan III. Selim'in yerine, 29 Mayıs 1807 günü tahta IV. Mustafa çıktı. Devlet yönetimi ile ilgili olarak kafası pek net olmayan IV. Mustafa, üst düzeydeki kişileri öldürttü, mabeyinci Ahmed Muhtar Bey, Umur-ı Bahriye Nazırı Hacı İbrahim Efendi, Sır Katibi Ahmed Faiz Efendi bunların en önemlileriydi. Elbette herkesin istediği de olacaktı ve Nizam-ı Cedid ordusu dağıtıldı. Kabakçı Mustafa ve isyanın diğer önemli isimleri devlet yönetiminde önemli mevkilere getirildi.

İsyan sırasında canlarını kurtaran III. Selim’in yakınları Rusçuk ayanı ve Osmanlı-Rus savaşı kahramanı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığındılar. Alemdar Mustafa Paşa, kendisine bağlı Rumeli ayanları ile başkente geldi. Rumeli III. Selim’i istiyordu. Hareket Ordusu’ndan 100 sene evvelki benzerlik tekrarlandı [22] 16.000 kişilik bir ordu ile İstanbul'a yürüyen Alemdar Mustafa Paşa, Hacı Ali Ağa'yı İstanbul'a göndererek Kabakçı Mustafa'yı öldürttü. 

Daha önce yaşananlardan ders çıkaran Alemdar Mustafa Paşa, ordusuyla birlikte İstanbul'a gelir gelmez birçok isyancıyı öldürmenin yanı sıra  Arapzade Arif Efendi’yi şeyhülislam yaparak saraya yöneldi.  Ama III. Selim.için yapılabilecek bir şey kalmamıştır. Çoktan öldürülmüştür. 

Öldüğü zaman hırkasının cebinde Nevres-i Kadîm'in aşağıdaki  beyitinin yazılı olduğu bir kâğıt çıkmıştı:


Kendi elimle yâre açıp verdiğim kalem

Fetva-yı hûn-i nâhakımı yazdı iptidâ



[1] Can Alpgüvenç ,Cevri Kalfa “Osmanlı Tahtını Felâketten Kurtaran Cariye, Tefekkür Dergisi, Sayı:33 Ocak, 2010

[2] İlber Ortaylı - Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz, 05 Temmuz 2008 Milliyet
[3] Ahmet Turan ALKAN, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset. Cedit Neşriyat, Ankara -1992 
[4] a.g.e
[5] Doç. Dr. Mustafa Kaçar, Sultanın İsimsiz Kahramanları, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 12 Aralık 2007
[6] Ahmet Cevat Eren, “Selim III.”, İ.A., X, s.441 vd.
[7] Enver Ziya Karal, “Selim III. Devrinde Osmanlı Bahriyesi Hakkında Vesikalar”, Tarih Vesikaları S.3, İstanbul 1941
[8] Halûk Çağlayaner, Esra Saatçi, Bir mesleğin gelişimi: Genel tababet-uzmanlık-aile hekimliği - Türk Aile Hek. Dergisi 2008
[9] Yrd. Doç. Dr. Şener Demirel, Mevlevilik ve 16. Yüzyılda Burdur’da Yetişmiş İki Mevlevî Şair: Fedâyî Dede ve Servî Dede
[10] Halil İnalcık The Otoman Empire, London (1973)
[11] Yrd. Doç. Dr. Nilgün Açık Önkaş, Mevlevilerin Yönetimle İlişkileri, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 23,  2011 
[12] Barihüdâ Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhaneleri’nin Mimarî Özellikleri, (2000) Yayımlanmamış Doktora Tezi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı, C.1-2, Konya: S.Ü.
[13] Gölpınarlı, Abdülbâki. (1983). Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul.
[14] Yrd. Doç. Dr. Cem Dılcın, Şeyh Galip’in Şiirlerinde III . Selim ve Nizam-ı Cedit
[15] Tâhir Aydoğdu,  http://www.turksanatmuzigi.org/beste/238-sultan-3-selim
[16] Salgar, M. Fatih (2004), Ölümünün Yüzellinci Yılında Dede Efendi Hayatı-Sanatı-Eserleri, İstanbul Ötüken Yay., s. 29.; Ayvazoğlu, Beşir (Ekim 1999), “Dede”, Musiki Mecmuası, 1/1999
[17] Priscilla Mary Işın,Türk Okçuluk Araştırmaları ve Paul E. Klopsteg (1889-1991), ACTA TURCICA, Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, Ocak 2009  
[18] Sultan II. Murat zamanında kurulan ve Osmanlı tarihindeki ilk spor takımları olan Bamyacılar ve Lahanacılar, devrin popüler sporu olan iki cirit takımının ismiydi.  Sultan I. Mehmet, biniciliği (cündîlik) geliştirmek için, daha önce valilik yaptığı Amasya ve Merzifon’dan topladığı usta binicilerle iki bölük kurdurarak, bunlardan ilk kez birer spor takımı oluşturdu. Merzifon'un büyük lahanaları ünlü olduğu için oradan gelenlere Lahanacılar, Amasya'nın da bamyası ünlü olduğu için sporcularına Bamyacılar dendi. (www.tahinpekmez.org)
[19] İlber Ortaylı - Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz, 05 Temmuz 2008 Milliyet
[20] İsmail Hakkı Uzunçarşılı , Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara  1988,  TTK Basımevi
[21] İlber Ortaylı - Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz, 05 Temmuz 2008 Milliyet
[22] İlber Ortaylı - Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz, 05 Temmuz 2008 Milliyet

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is