Ana içeriğe atla

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih
Büt-perestî zi-hod-perestî bih (1)



XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgilerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir?

Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir.

Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz  “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çıkmaktadır. [2]

Zahit ile rint arasındaki çatışma, edebiyatın her türünde yüzyıllarınca yaşanmıştır. Çatışmalar genellikle, kullanılan ifade ve düşüncelerin İslamiyet’e ters düşmesi ile başlamaktadır. 

Konu hakkında çalışan bazı araştırmacılar bu durumun, yani İslami değerlere ters düşmelerin bir kısmının, İran edebiyatından ve orada yer alan batini düşüncelerden, bir kısmının da şairin kendisinden kaynaklandığını ifade ederler. Unutmamak gerekir ki, şairler arasında hoş karşılanan bu ifadeler bir çok kişi için “elfâz-ı küfür” olarak nitelendirilmektedir.[3]  

Bu konuda bir fikir vermek için bazı şairlerin beyitlerine göz atalım.

İran’ın ünlü şairlerinden Selman’ın aşağıdaki beyti buna bir örnektir.

Kıble-i mâ nîst cuz mihrâb-ı ebrû-yı şumâ
Dovlet-i mâ nîst illâ der ser-i kûy-ı şumâ[4]

Bu beyit Fuzûlî’nin aşağıdaki beytini hatırlatmıyor mu?

Zâhidâ sen kıl teveccüh gûşe-i mihrâba kim
Kıble-i tâat ham-ı ebrû-yı dilberdür bana[5]

Ancak sizinle paylaşacağım bir başka örnek daha çarpıcı,

Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Mey-hâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî[6]

Bu beyit, Osmanlı’nın önemli devlet ve ilim adamlarından Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye aittir. Onun, şeyhülislâmlık yapmış bir şair olarak mescitle meyhaneyi karşılaştırırken muhatabını meyhaneye çağırması anlamlıdır. Fetvalarında “Amr, Zeyd’in evine şu kadar mesafede ev yapacak olsa ve yaptığı bu evin bir penceresi Zeyd’in evinin falan yerine bakacak olsa Amr’ın bu pencereyi kapatması vaciptir” kabilinden hassasiyetler sergileyen ve hayatı boyunca bir kere bile meyhaneye uğramadığı ve ağzına bir damla dahi şarap almadığı herkesçe iyi bilinen birinin, Yahyâ Efendi’nin, yukarıdaki beyitte söyledikleri düşündürücüdür.[7]

İşte bu çelişkileri, gerek divan şiirinin gerekse tasavvufun en hassas konularından biri olan “rint-zahit çatışmasında” aramak lâzım.

Divan şiirinde zahit, dindar görünmekle birlikte aslında son derece günahkâr, riyakâr, ikiyüzlü ve kalbinde her türlü kötülüğün yuva yaptığı bir tiplemedir. Buna karşın rint, içi dışı bir, doğal, harbî, kalender bir özelliğe sahip olan, kalbinde herhangi bir kötülük bulunmayan, günahı da sevabı da âşikâr olan bir tiplemedir. Şairler daima bu ikinci tipin yanında yer almakta ve zahitle amansız bir çatışmanın içine girmektedirler.[8] Belki de rint tipine uygun insanların sanata ve şiire olan merakı zahit tipinin sanatla kendini ifade etmesini engellemiştir.

Elbette sadece şiirde/edebiyatta değil, tasavvufta, yani hayatın içinde de Rind ve Zahid kavramı vardır.

Şimdi bu durumu, gönül dostunu kaybettikten sonra babasının hâlini anlatan Sultan Veled’den dinleyelim.

“Şeyh onun ayrılığından sonra âdetâ deli oldu. Fetvâ veren şeyh, aşkla şâir kesildi. Zâhiddi, meyhâneci oldu. Fakat üzümden yapılan şarabı içip, satan meyhâneci değil; nûrânî can, nur şarabından başka bir şey içmez ki…”[9]

Biraz daha geriye gidelim ve olayların nasıl başladığını hatırlayalım.

1244 yılı Mevlânâ"nın hayâtındaki en önemli dönüm yılı oldu. Bu yıl Konya’ya Şems-i Tebrîzî isimli bir şahıs geldi; ders ve irşat ile meşgul olan, büyük bilgin, tam bir zâhid ve temkin ehli bir sûfî olan Mevlânâ"yı bu gizemli zat kendinden geçirdi, aşk denizine attı ve coşkun bir Hak âşığı yapıverdi.

Şems"n en bâriz özelliklerinden birisi, derin melâmet anlayışından kaynaklanan coşkun tavrı olduğu bilinmektedir.

Bu mânevî kemâl yolunda insanı asıl olgunlaştıran şeyin şeklî unsurlardan ziyâde, ilâhî aşk olduğunu kabul eden Şems"in Mevlânâ"nın hayâtına girmesiyle onda alevlendirdiği “ilâhî aşk” ateşi, artık Mevlânâ"nın tasavvufî “neşvesinin” aslî unsuru olmuştu.

Şems ile karşılaştığında Mevlânâ"nın kırk yaşın üzerinde, Şems"in de altmış yaşlarında olduğu bâzı kaynaklarda kaydedilmektedir. Tasavvufî neşvesi îtibâriyle rind meşrep bir derviş olduğu anlaşılan Şems, Mevlânâ"daki aşk ateşini tutuşturmuş, ancak onun bitip tükenmek bilmeyen alevi Şemsi de yakmıştır.Sûfînin mânevî tekâmülü, diğer bir ifâdeyle psiko-tarih açısından Şems ile karşılaşmasından sonra Mevlânâ"nın “zâhirci” “kuralcı” “şekilci” bir tasavvuf anlayışını terkederek, bunun yerine coşkun bir tasavvufî neşeyle tebârüz ettiğini söylemek mümkündür. İlerlemiş yaşına ve sahip olduğu şöhrete rağmen Mevlânâ"nın “Hak âşığı” birini özlemle beklemesi, ondaki ilâhî aşk anlayışının o âna kadar tatmin edilmediğinin bir göstergesi sayılabilir.[10]

Sanırım yukarıda ifade edilen metin zahid nedir?,  rind nedir? davranışları nasıldır, anlamamız konusunda yardımcı oldu.

İlave etmek gerekir ki, diğer bütün özelliklerinin yanı sıra, zahit tipinin en önemli özelliği ise karşısındakinin kusurunu araması ve onun üzerine giderek “bir galibiyet” yaratmaya çalışmasıdır.

Şeyhülislâm Yahyâ bu konuda, zahit figürüne hitaben şunları söyler:

Tutalım gözü açıklardan olmuşsun behey zâhid
Hudâ settârdır ta’n etme rinde ayb-bîn olma[11]

Allah’ın “settâr (=günahları örten)” vasfını hatırlatarak kendisinden rintleri ayıplamamasını ve kusur aramaktan vazgeçmesini istemektedir.[12]

Şeyhülislâm Yahyâ efendiden bir beyit daha verelim. Sanırım bizim meramımızı anlatmakta faydalı olacaktır.

Düşer tenhâda zâhid şübhesiz pây-ı hum-ı meyde
Düşürmez gerçi kim seccâdesin zâhirde dûşundan[13]

Yukarıda ifade ettiğimiz beyitleri okuduğumuzda divan edebiyatımızın en dindâr şairlerinden bir olarak nam salmış Fuzûlî’nin dinden saptığını söylemek mümkün olur mu? Elbette hayır. Fuzuli’den bir örnek daha verelim ve böylece onun nasıl bir insan olduğunu ortaya koymaya çalışalım.

Ka’be ihrâmına zâhid dediler bel bağladı
Eyledim tahkîk anın bağladığı zünnâr imiş[14]

Fuzulinin, belki de bir çoklarımızın bilmediği bir çalışmasından daha bahsetmek isterim.”Rind ü Zâhid”

Fuzuli’nin yazdığı bu eser, nâzım – nesir özelliklerine sahiptir. Eserin en can alıcı tarafı, zâhiri’yi savunan zahid ile bâtıni’yi savunan rind’in  karşılıklı olarak konuşmalarıdır. Eser Acem diyarında geçmektedir. Zahid babanın rind bir oğlu vardır.

Tartışmanın başlangıcı eğitime dayanır. Rind, insanın iki varlığa sahip olduğunu bir görünen, yani ana ve babadan gelen varlık olduğunu,diğer varlığın ise mürşidden feyz aldığını, sûri olan varlığın insanı şekillendirmede mürşit kadar önemi olmadığını, bu nedenle, mürşidin anne ve babadan üstün olduğunu ifade eder. Bir gün birlikte yola çıkarlar, bir Mescide denk gelirler, Zahid “Burası Allahın evidir.” Der, Rind ise “Bir kişi ev sahibi için gerekeni bilmeyince O’nun evine nasıl gider” der.  Yolları bir harabata çıkar. Zahid içkiyi haram görür ve içeri girmez, rind ise içkilerin ilahının şarap olduğunu söyler ve içeri girer. İçerdeki Pir ile rind çeşitli konuları tartışırken zahid dayanamayıp içeri girer. Her şey bundan sonra başlar, rind ile zahid eteğindeki taşları döker.[15]


Zahid : “Gerçi sınırı aşmanın bağışlanması , yanlışın ortaya çıkışındandır ve af da uygunsuz işler içindir. Ama anılan işlerin hata ve zaruretle ortaya çıkması şartına bağlıdır. Yaptığından ders alarak onlardan yüz çevirerek bağışlanmayı dilemek gerekir.”         

Rind: “Ey, Zâhid, dilinde ümitsilerin sözünü geveliyor, Tanrı’nın Rahmetinden mahrum olanların efsanesini okuyorsun. Bilesin ki, bağışlanmaının derecesi, günah kadardır. Merhametinki de kullukla münasiptir.” [16]


Elbette yakın tarihimizde de Rind vurgusunu öne çıkaran şairlere rastlamak mümkün. 1862 yılında Çemişkezek’te dünyaya gelen Nüzhet Efendi’ de bunlardan biridir. Nüzhet Efendi, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz, V.Murat, 2. Abdulhamit, 5. Mehmed Reşad dönemlerinde yaşamış, 1942 yılında Çemişgezek’te Cumhuriyet yönetimini görerek vefat etmiştir. Her zerrenin Allah’tan koptuğunu ve kâinata yayıldığını, neticede Allah’a dönerek onunla birleşeceğini ifade eden büyük mutasavvıflarla aynı fikirde olan Nüzhet Dede, “Sarhoş” redifiyle yirmi dört beyitlik gazelinde bu konuya, temasla bir yerde peygamberin ve Mevlâ’nın da sarhoş olduğunu belirtiyor. Ancak maddi manada değil; manevi ve tasavvufi anlamda, ilahî bir aşkla sarhoş olduklarını ifade ediyor.[17]

Hep nârı da envârı da esrârı da baygın
Musa’sı da Davud’u da İsa’sı da sarhoş
Yanıp yıkılıp durma, hararetle şarap iç
Mademki peygamber ü Mevlâ’sı da sarhoş

Kendisini rind, yani kalender olarak kabul eden şair, zahidler ile de geçimsiz olduğunu, yani
Allah’ı bulmakta akıl yerine gönül ve irfanın daha geçerli olacağını ifade ile şöyle diyor.

Zâhidâ sanma bizi Kâbede zemzem yutarız
Kunc-i meyhânede biz nefha-yı Meryem yutarız
Bedel olmaz gam u enduhumuza ayrı dü âlem
Her nefeste iki âlem bedeli gam yutarız.

Rind ve Zahidden bahsetmişken büyük usta Yahya Kemal BEYATLI’nın unutulmaz şiirlerini de anmadan geçmek olmaz. Yahya Kemal,rind kavramını günümüz düşünce sistematiği içinde yeniden yorumlamış ve üç muhteşem eser ile şiir dünyamızı zenginleştirmiştir. 


RİNDLERİN HAYATI
Bâzan kader gelen bora halinde zorludur ;
Dağlar nasıl bakarsa siyah ufka öyle bak,
Ba'zan de çevreden nice bir âdem oğludur,
Görmek değil, düşünmeğe bîgâne kal! Bırak...
Dindâr adam tevekkülü, rikkatle, herkese
İsâ'yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.
Bir aslan esniyor gibi engin vakar ise,
Rindin belâya karşı kayıtsızlığındadır.
Yahya Kemal BEYATLI


RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
 
Yahya Kemal BEYATLI

RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle;
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve senin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.


Rind ve Zahid çekişmesi bitmiş midir? Elbette hayır.

Sanırım bu yazıyı okuyanlar her iki grubun örneklerini gündelik hayatlarında tanımaktadırlar.

İsterseniz son defa, uslanmaz bir rind olan  Fuzûli’ye kulak verelim ve bu bahsi bitirelim.

Fuzûlî rind-i şeydâdur hemîşe halka rüsvâdur
Sorun kim bu ne sevdâdur bu sevdâdan usanmaz mı

(Fuzûlî, halka daima rezil olmuş bir rinttir, tutkundur.
Bunun nasıl bir sevda olduğunu kendisine sorun, bu sevdadan usanmaz mı?)


Not: Konu şiir ve Fuzûli olunca şiir ve sanatla  ilgili görüşlerine de yer vermek istedim. Fuzûli üç farklı kişi tipinden yakınır. Birincisi şiiri yanlış kopya eden kâtipler. İkincisi kötü şiir okuyan “dâvâ-yı isti’dâd” sahipleri, üçüncüsü ise kendilerini şair sananlar ile şiir söylemeye kalkışan kendilerini bilmez cahillerdir.

Bundan daha önemlisi sanatın gelişimi için söyledikleri hayli güncel ve doğrudur. “Ey sevgili dostum, şiirin bir çok alât ve edevata ihtiyacı vardır. Bu aletler olmadan bir san’ata başlamak güçtür. Bununla meşgul olan ve bu çölü aşıp geçen eski şairler; güzel huylu Sultanların riayetine mahzar olmuşlar, zevk sahibi büyükler ile düşüp kalkmışlar, cennet gibi bahçelerde gezip dolaşmışlardır.”  
  


[1] Mutasavvıf Şeyh Selmân-ı Sâvecî “Ey oğul! Yoksul olmak varsıl olmaktan, puta tapmak da kendine tapmaktan çok daha iyidir”
[2] Fuzûlî’nin Bazı Türkçe Şiirlerinde Görülen Batınî Temayüller,  Dr. Turgut KARABEY,  A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 35 Erzurum 2007
[3] a.g.e
[4] Ey sevgili! Senin mihrâba benzeyen kaşından başka bizim Kıble’miz yoktur. Senin bulunduğun yerden başka da bizim devletimiz yoktur.”
[5] “Ey zahit, ey dindar kişi! Sen mihrab köşesine yönel, mihraba doğru ibadet et. Benim ibadet ettiğim yer sevgilinin kaşının kıvrımıdır. Kısaca ben sevgiliye tapıyorum”
[6] “Riyakârları bırak mescitte riyakârlık yapsınlar. Meyhaneye gel. Çünkü orada ne riya var ne de riyakâr”.
[7] “Onun bağladığı zünnâr imiş...”  Yrd.Doç.Dr. Cafer MUM,  23 Ocak 2012
[8] a.g.e
[9] Şefik Can , Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Eserleri, İstanbul, 1995, s. 55 (Sultan Veled"in İbtidâ-nâme"sinden naklen)
[10] Ethem Cebecioğlu, “Psiko-tarih Açısından Bir Yaklaşım” Tasavvuf, Ankara, 2005, sayı 14, s. 35.
[11]Ey zahit, kabul edelim ki, gözü açıklardan olmuşsun. Allah günahları örtendir. Rintlerin ayıplarını araştıran biri olma!”
[12]Onun bağladığı zünnâr imiş...”  Yrd.Doç.Dr. Cafer MUM,  23 Ocak 2012
[13]Ham sofu görünürde her ne kadar seccadeyi omzundan eksik etmiyorsa da hakikatte zula yerde meyhane fıçısının dibinde sızıp kalıyor.”
[14] “Zahidin Kâbe ihramını kuşandığını söylediler. Araştırdım, meğer onun bağladığı Hıristiyan kuşağıymış”
[15] Doç.Dr. Ahmet Sevgi, Fuzuli’nin Rind û Zâhid’i üzerine Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya 1997, Sayı 3, 
[16] Rind û Zâhid Tercümesi Prof. Dr. Hüseyin Ayan
[17] Bizim Külliye Dergisi, Sayı:48, Yıl:12/2011

Yorumlar

  1. Murat Bey,
    bütün vücudlarınıza ,fiziksel-zihinsel-duygusal ve ruhsal-sağlık...
    mühendis yazıyor profilinizde .....muhteşem bir çalışma olmuş;kaynak niteliğinde....sağolun.ayse.

    YanıtlaSil
  2. Ekibimiz Casper servisleri olarak paylaşımlarınızı çok beğendik. Bloğunuzda başarılar dileriz

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte. ...

Türk Milli Arması ve Namık İsmail

Yıllar önce, “Sonbahar Müzayedesinde, Namık İsmail’in ‘Harman’ adlı tablosu, 155 milyar liraya alıcı buldu. Kenan Evren’in ‘Yelkenli’ adlı yağlı boya tablosu 7.5 milyar liraya satıldı.” [1] başlığı ile kamuoyuna verilen haber kimin ilgisini çekmişti bilinmez ama bu iki ismin farklı tarihlerde yaptıkları resimlerden sadece “Harman” adlı tabloyu anımsamayan yok gibidir. Bu resim, en büyük yoklukların yaşandığı, en büyük bunalımların hâkim olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün ikametgâhı olarak kullanılan Ankara Garı’ndaki konutun duvarını süslüyordu. [2] Bu yazının kahramanı olan Namık İsmail, eğitim amacıyla Fransa’ya gönderildiğinde henüz yirmili yaşlarının başındaydı. 1914’te tatil nedeniyle İstanbul’a döndü, Birinci Dünya Savaşının patlamasıyla silahaltına alınarak Kafkas cephesine gönderildi ancak, tifüse yakalanınca İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. 1917’de Enver Paşa’nın Şişli’de kurduğu Harbiye Mecmuası Atölyesinde, İbrahim Çallı, Ali Sami Boyar gibi birçok...