Ana içeriğe atla

Türk Milli Arması ve Namık İsmail


Yıllar önce, “Sonbahar Müzayedesinde, Namık İsmail’in ‘Harman’ adlı tablosu, 155 milyar liraya alıcı buldu. Kenan Evren’in ‘Yelkenli’ adlı yağlı boya tablosu 7.5 milyar liraya satıldı.”[1] başlığı ile kamuoyuna verilen haber kimin ilgisini çekmişti bilinmez ama bu iki ismin farklı tarihlerde yaptıkları resimlerden sadece “Harman” adlı tabloyu anımsamayan yok gibidir.

Bu resim, en büyük yoklukların yaşandığı, en büyük bunalımların hâkim olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün ikametgâhı olarak kullanılan Ankara Garı’ndaki konutun duvarını süslüyordu.[2]


Bu yazının kahramanı olan Namık İsmail, eğitim amacıyla Fransa’ya gönderildiğinde henüz yirmili yaşlarının başındaydı. 1914’te tatil nedeniyle İstanbul’a döndü, Birinci Dünya Savaşının patlamasıyla silahaltına alınarak Kafkas cephesine gönderildi ancak, tifüse yakalanınca İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

1917’de Enver Paşa’nın Şişli’de kurduğu Harbiye Mecmuası Atölyesinde, İbrahim Çallı, Ali Sami Boyar gibi birçok ressamla beraber savaş resimleri yaptı.

 
Bu resimlerin Berlin’de sergilenmesi sırasında yurda dönmeyerek, bir süre Liebermann ve Corinth atölyelerinde çalıştı. Dönüşte İstanbul’da resim öğretmenliği yaptı ancak, 30 Ağustos 1935 tarihinde bir kalp krizi sonucunda vefat etti.

Hiç kuşku yok ki, onun resim çalışmaları çok önemlidir. Ancak, en az onlar kadar değerli olan bir başka çalışması ise Maarif Vekâleti tarafından düzenlenen bir yarışma sonucunda birinci olarak seçilen Türk Milli Armasıdır.

Osmanlı armalarının kullanılmaması sonucunda oluşan boşluğun ivedilikle doldurulması için Maarif Vekâleti tarafından bir yarışma yapılmasına karar verilmişti.

Vekâlet, armanın nasıl olması gerektiğini "Millî Arma Şartnamesi" adlı bir kitapta topladı ve bu kitabı Nisan 1926'da kamuoyu ile paylaştı.

Şartnamede birçok husus bulunmasına karşın armanın muhteviyatını meydana getiren rumuzların tercihen Türk tarihinden alınması gerektiği, ay- yıldız kalmak şartıyla arz edilen rumuzların seçimi ve tertibi konusunda özgür olunduğu belirtiliyordu.

Ancak şartnamenin belki de en can alıcı yönü, "Cumhuriyet armasının şeklini oluşturacak semboller tercihen Türk tarihinden alınacak ve bu semboller heraldik[3] bir biçimde bütün armalarda bulunan çizim esaslarına uygun olarak ve basit tarzda stilize edilecektir." maddesinde ifade edilmişti.   

Yarışma sonucunda, Namık İsmail'in hazırladığı eser birinci seçilirken, Muhsin Rıfat'ın çalışması ikinci, Lütfi Bey tarafından sunulan arması ise üçüncü olarak belirlenmişti.[4]

Yarışmaya katılan tüm armalar bir kalkan içinde yer almıştı. Namık İsmail Bey çalışmasının merkezine Türk Bayrağını temsil eden ay yıldızı yerleştirmiş, alt kısımda ise Oğuz menkıbesini simgeleyen bir kurt ve kurdun varlığını devam ettirdiği, eski bir Türk silahı olan ‘harbe’ bulunmaktaydı. Kalkanın altında bulunan İstiklal Madalyası ise yaşanan savaşları ve zaferleri simgelemekteydi. Madalyanın içindeki (T.C.) harfleri ise,  İstiklâl Zaferi ile doğan Türkiye Cumhuriyetini ifade etmekteydi.[5]

Bugün, Ülkemizin bir armasının olmadığını ifade eden haberlerle karşılaşmaktayız.

Bir türlü kullanılamayan bu arma yerine başka bir armanın, bir yarışma sonucunda, bulunması mümkündür.

Ancak, o gün hazırlanan şartnamenin ruhunun, yüzyılların mirası olduğu hatırlanmalı ve korunmalıdır.   



[1] 07.11.2003 , http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/242834.asp
[2] Akl-ı Kemal – Sinan Meydan
[3] Mühür, Arma bilimi
[4] F. UNAT;  “Türkiye, Armasız Bir Devlettir”, Yıllar Boyu Tarih,  İstanbul.-1982
[5] Yaşar Özüçetin , Ahmet Haşim Altınışık,  Maarif Vekaleti’nin 1927 Yılı “Türkiye Arması” Müsabakası Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2012

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is