Ana içeriğe atla

Türk – İran İlişkileri ve Özsoy Operası

 
 
Türk – İran ilişkileri her dönem gündemdeki yerini korumuştur. Bu ilişkileri kısaca tanımlamak istesek hangi kelimeye ihtiyaç duyarız? Zor, olumsuz, tutarsız vb. Veya bunların her birinden bir parça ile oluşan "sorun yumağı".

Ancak, iki ülke arasındaki ilişkiler, Atatürk ve Şah Rıza’nın gayretleri  ile 1934 yılından 1941 yılına kadar en parlak dönemini geçirmiştir.

Belki bir çoğumuzun bilmediği “Özsoy Operası“ da bu dostluğu taçlandırmak için hazırlanmıştır.

İşte bu yazı, söz konusu tarih kesitinin vurgulanabilmesi için paylaşılmaktadır.  

Genel Olarak İran– Türkiye İlişkileri:

Türk ve İranî kavimlerinin komşulukları, tarihin çok eski dönemlerine dayanmaktadır. İranlılar doğudaki komşuları olan Türklerin ülkelerini Turan olarak adlandırmış ve onların ülkelerinin Ceyhun Nehri’nin diğer tarafında olduğunu belirtmişlerdir.

"Ahamaniş" dönemi İranlılarının Turan adını vermiş oldukları bu ülkenin merkezi Orta Tiyanşan olan; Horasan, Soğdiyana, Fergana ve Kaşgar’ı içine alacak şekilde, bu bölgelerden Hazar’ın kuzeyi, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa topraklarına kadar uzanan alanda Saka Türkleri tarafından kurulmuş olan Büyük Saka İmparatorluğu olduğunu görmekteyiz. Turan topraklarına daha sonraları Maveraünnehir denmesinin sebebi, Arapların Sasani İmparatorluğu’nu yıktıktan ve Türkistan topraklarına yapmış oldukları akınlardan sonra, Ceyhun Nehri’nin ötesine Maveraünnehir adını vermelerinden dolayıdır.[1]

Anadolu coğrafyasında yaşayan Türk halkı ile İran Halkı arasındaki yakınlık, idari yapılarına yansımamıştır.  Osmanlı Sultanı’nın en büyük rakibi her zaman İran Şahı olmuştur.[2]

Anlam itibariyle Şah,  Sultan’dan daha büyük bir unvandı. Osmanlı Sultanları ise bundan aşağı kalmaz, yani şahlardan büyük şah anlamına gelen  padişah (büyük Şah) unvanını tercih ederlerdi. Elbette bu çekişmenin dini açıdan da bir temeli vardı. Sünnî-Şiî ayrılığı, her iki yapının birleşmesinin ve ortak bir kültür oluşturmasının önünde büyük bir engel gibi durmaktaydı.

Osmanlı Sultanları Sünnî anlayışta iken, Şah İsmail Şii‘liği resmi devlet dini haline getirerek Osmanlılarla mücadeleye girişti. Aslında İran’da 1502 tarihinden itibaren hakimiyet kuran Safeviler Türk asıllıdır ve konuştukları dil de Türkçe'nin Azeri lehçesidir.

1779 yılından sonra İran yönetimini Kaçar Şahları ele geçirdi. Kaçarlar, İran’ın Kuzeydoğusunda yaşayan,  Cengiz Han soyundan geldiğine inanılan, Türk kökenli ve Türkçe konuşan bir aşirettir. Bu sırada başkent olarak Tahran seçilir. Tahran’ın seçilmesinin yegâne sebebi, Kaçarların anavatanının yakın olmasıdır.[3]

1828 Türkmençay Antlaşması İran için sonun başlangıcı oldu. Rusya, Türkistan’ı ele geçirmişti ve topraklarda zorla söz sahibi olan  Rusya ile İngiltere, İran üzerinde sürekli bir nüfuz kurma mücadelesine girişmişlerdi. Şah artık Kuzey-batı İran’dan gelen ve Türkçe konuşan Kazak Tugay’ı tarafından korunmaya başlanmıştı.[4]

Tüm dünyayı etkileyen Meşrutiyetle yönetim anlayışı 1907 yılında İran’ı da etkiledi ve meşruti idare kurularak Anayasa uygulamaya konuldu.[5]

1907 yılında İngiltere ile Rusya aralarında bir anlaşma yaparak İran’ı kendi nüfuz bölgelerine bölerek paylaşmışlardı.[6]

1914 tarihinde iç mücadeleler sona erdi ve meclis tekrar çalışmaya başladı. Rusya güçlü nüfuz bölgesi olarak saydığı bu toprakları Bolşevik ihtilalinden sonra terk etti. Bu kez de bölge Osmanlıların eline geçti.  Hatta, Kazım Karabekir Paşa karargahını Tebriz’de kurdu. Osmanlıların geri çekilmesi ile Azerbaycan Sosyalist Partisi ve daha sonra Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu.

Bu sırada, İran Kazak Kıtasında küçük rütbeli bir subay olan Rıza Han[7], ordunun başına geçti ve  Tahran’a girdi. Bu olaydan sonra Rıza Han kendisini baş kumandan ve Savunma Bakanı olarak ilan etti. [8]

Yaklaşık üç ay sonra Rıza Han,  Ahmet Şah’ı ikna ederek yeni bir hükümet kurdu ve başbakanlık görevini üstlendi. Hükümet henüz kurulmuştu ki Ahmet Şah Avrupa’ya gönderildi ve mecburi ikamete tabi tutuldu.

Buraya kadar anlatılan süreçten de anlaşılacağı üzere, yakın tarihimize kadar Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler sağlıklı gelişmemiştir. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ancak 1921 yılından itibaren başlamıştır.

İran Elçisi Mümtazüddevle 30 Haziran 1922 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’e itimatnamesini sundu ve İran heyetine 5-6 odası olan bir bina tahsis edildi. Milli Hükümet tarafından Türkiye’nin doğu politikasını iyi bilen ve Mustafa Kemal’in sevgi ve güvenini kazanmış Memduh Şevket (Esendal) Bey de İran’a gönderilmişti.[9]

Bu dönemde Mustafa Kemal, İran-Türkiye ilişkilerine değinerek şöyle diyordu: “İçimizde hakikaten büyük bir boşluk vardı. O da İran milletinin mümessilinden mahrumiyet. Bugün ona da muvaffak olduğumuzdan dolayı bahtiyarız. Türkiye halkının şark milletleriyle, Rusya ile Azerbaycan ile Afgan ile İran ile olan revabatı yalnız hissi hayat üzerine mübteni değildir. Hakiki maddi gayr-ı kabil-i bedel bir takım esaslara dayanmaktadır...Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nâm ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve çabuk biterdi.... Müdafaa ettiği dava bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davsıdır...Şimdiye kadar Devlet-i Aliye-i Osmaniye unvanı altındaki imparatorluk ile Devlet-i Aliyye-i İraniye arasındaki münasebatın İranlıların ve Türkiye halkının ciddi temayüllerine mutabık tecelli edememiş olduğunu itiraf etmek lazımdır. Fakat bugün İranlı kardeşlerimiz emin olabilirler ki Türkiye’nin başında bulunanlar aynı adamlar değildir... İran Millet ve Devleti hakikî temas noktalarını bulmuştur. Bunun tecellisi pek feyizli olacaktır. Bu feyizden yalnız Türkiye ve İran değil bütün şark milletleri mütefeyyiz olacaktır....”[10]

22 Nisan 1926’da Tahran’da, Türkiye - İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşması imzalandı ve böylece iki ülke arasında gelişen iyi ilişkiler kayıt altına alınmış oldu.

1925 yılına gelindiğinde, Doğu Anadolu bölgesinde yaşanan bazı sorunların çözümünde İran sınırı zorluk yaratmaktaydı. Ankara Hükümeti, İran’dan sınırlarını korumasını talep etti. 1927 yılının sonunda yaşanan bir olay ise bardağı taşıran son damla oldu. İran üzerinden sızan bazı aşiret mensupları  Doğu Beyazıt’ta bir Türk askerî birliğine saldırdı ve askerleri tutsak alarak İran’a götürdü. Bu sınır ihlalleri karşısında sabrı kalmayan Türkiye, İran’a bir nota vererek on gün içerisinde esir edilen Türk subay ve erlerin Türkiye’ye iade edilmesini istedi.[11]

Her ne kadar kaçırılan askerlerle ilgili sorun çözülse de genel bir çözüm bulunamadı. Buna rağmen her iki ülkenin iyi niyetleri ile, 1927 yılında Türk - İran Daimi Sınır Komisyonu oluşturuldu ve 1913 yılında İngilizler tarafından çizilen, her iki Ülkenin de memnun olmadığı sınır yapısının değiştirilmesine yönelik çalışmalar başladı.[12]

Türk Hükümeti, bütün olayları göz önüne alarak, İran hududundaki sınır çizgisini İran’a doğru çekerek İran’dan bir miktar toprak kazandı. İran Hükümeti bundan şikayetçi oldu. Hatta İngiltere’den bile yardım istemesine rağmen, İngiltere Hükümeti bu hususta bir girişimde bulunmadı.

Yıllarca süren ihtilaf, 1931 yılında, Türk-İran siyasi ilişkilerinde belli bir iyileşme görülmesi ile çözüm zemini buldu. Bu tarihte Türkiye, İran’ı özel dostları kategorisine almıştı.

Kısa bir süre sonra İran, Küçük Ağrı Dağı’nı, Türkiye’ye vermeğe razı oldu. Fakat İran da bunun karşılığında bir arazi parçasını aldı.

Ancak sorunlar bununla bitmiyordu. İran’da yerleşmiş bulunan İhsan Nuri adlı bir kişi 1925’ten sonra doğuda her sene halkı ayaklandırmaya çalışıyor, yolları kesiyor ve haraç alıyordu. O dönemde Ağrı Dağı’nın yarısı Türkiye’de, yarısı da İran hududu içindeydi Bu şahıs ve ona bağlı olan kişiler Ağrı Dağı’na çıkıyor ve oraya yerleşiyordu. Türk Askeri kendi bölgesinden saldırdığında ise İran tarafına kaçıp kurtuluyorlardı. Bu durum 1932 yılına kadar devam etti. S
alih Omurtak’ın Kolordu Kumandanı olarak bulunduğu bir zamanda Ağrı Dağı üzerinde genel bir hareket yapıldı ve bu harekat İran sınırları içinde de devam etti. Sonuçta başarı elde edildi.  Ancak bu operasyon, İran ile Türkiye arasını açtı. Ancak iki ülke, bu sorunu siyasî yöntemler uygulayarak ortadan kaldırma karalılığındaydılar. Son tahlilde Türkiye, Ağrı civarında fiili bir hudut tashihi yapmış ve Van’ın doğusundaki Katur sahasını İran’a bırakmıştı.[13]

1934 yılına gelindiğinde, Türkiye - İran ilişkilerinin iyi komşuluk ilişkilerinden de öteye gideceğine dair sinyaller alınıyordu. Nitekim, İran Şahı’nın 1934 yılında Türkiye’yi resmen ziyareti, Türkiye’de büyük bir olay oldu.

İran Şahının Türkiye Ziyareti:

İran’ın modernleşmesinde büyük rolü olan Rıza Şah, yaptığı reformlarda sadece batı uygarlığından etkilenmemiş, özellikle komşu Türkiye’den de büyük ölçüde etkilenmiştir. Mustafa Kemal’in Pan-İslamizm ve Pan–Turanizmden vazgeçtiğini ortaya koyması ve Türkiye’nin barışçı Milliyetçilik anlayışı Rıza Şah’a ve İran halkına güven vermişti. Bu da iki ülke arasındaki dostane ilişkilerin gelişmesinde önemli rol oynadı.

1933 yılında Türkiye’nin İran Büyükelçisi olarak atanan Münir Hüsrev (Gerede) Bey ile ilk görüşmesi sırasında İran Şahı, Mustafa Kemal’le l934 yılı ilkbaharında görüşmeye karar verdiğini söylemişti. Türkiye, İran Şahı’nın bu isteğini memnuniyetle kabul ederek resmi davette bulundu. Bu karar l934 yılı Mart ayında İran Başbakanı tarafından resmen açıklandı.[14]

Rıza Şah, İran Başbakanı, üç ordu kumandanı ve yüksek rütbeli memurlardan yirmi kişilik maiyeti ile birlikte l0 Haziran l934 günü Gürbulak sınırından Türkiye’ye giriş yaptı. Daha sonra karayolu ile Trabzon’a gitti. Buradan bir Türk muhribiyle Samsun’a ve oradan da tren ile 16 Haziran’da Ankara’ya ulaştı.

Ankara Karşılaması:
16 haziran saat 14.20’de Ankara Garı’na ulaşan Şah ve heyetine burada da büyük bir karşılama töreni yapıldı. İstasyona önce İsmet Paşa, sonra Meclis Başkanı Kazım Paşa ve tam Şah’ın trenden inmek üzere olduğu dakikalarda Mustafa Kemal gelmişti.
Şah ve Mustafa Kemal uzun uzun tokalaştıktan sonra mülki ve askerî erkan birbirine takdim edilmişti. Törenden sonra Mustafa Kemal ve Rıza Şah aynı otomobille Şah’ın konaklayacağı Halkevi binasına gitmişlerdi. Rıza Şah için özenle hazırlanan Ankara, uzun zamandan beri ilk defa tamamıyla aydınlatılmaktaydı. O gece Çankaya’da yemek yendi. Ertesi gün Orduevi’nde Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın çay ziyafetine katılındı. Rıza Şah aynı gün İran Elçiliği’nde Gazi’nin şerefine bir akşam yemeği verdi. Burada Mustafa Kemal Şah’a bir sürpriz yaparak İsviçre’deki oğlu ile telefonda görüşmelerini sağladı ve Şah’ı çok duygulandırdı.

Ertesi günlerde bu önemli konuğa, neredeyse Ankara’daki bütün kurumlar teker teker gezdirildi. Meclis, Atatürk Orman Çiftliği, Kırıkkale’deki fabrikalar, İsmet Paşa Kız Lisesi, Çubuk Barajı, Yüksek Ziraat Enstitüsü, Gazi Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü, Numune Hastanesi, Hilal-i Ahmer ve Himaye-i Etfal cemiyetleri gibi pek çok kurum yeni Türkiye vitrininin birer parçaları olarak Şah’a gururla sunuldu.

Bütün bu geziler sırasında Şah’a Mustafa Kemal bizzat eşlik ediyordu. Şah Türkçe bildiğinden Mustafa Kemal’le Türkçe anlaşıyorlardı. Ama yaşam tarzları birbirine pek benzemiyordu. Şah Rıza, daha ilk günden, erkenden yatmaya giderken, Mustafa Kemal gecenin geç saatlerine kadar ayaktaydı. Buna rağmen Mustafa Kemal mümkün olduğunca Şah’a eşlik ediyordu. Anlaşılan gezinin Şah üzerindeki etkisini arttırmak istiyordu.

Bu ziyaretin önemini belirtmek için Türkiye tarafı elinden gelen her şeyi yaptı. Dört günlük ziyaret esnasında kutlamalara ve ağırlamalara büyük önem verildi. Bu keyifli hava yapılan açıklamalara da yansıdı.

Gazi Paşa, Şah onuruna verdiği bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: “Sayın Şahin Şah, değerli arkadaşım ve muhteşem kardeşim” ifadesi ile başladığı konuşmasını, kardeş milletin şöhretli başkanı sayesinde İran’ın büyük işler başardığını överek konuşmasını sürdürdü. Yine aynı konuşmasında, İki ülkenin  karşılıklı dostluktan vazgeçti dönemlerde her iki tarafın de zarara uğradığını, halbuki dost oldukları zaman her iki ülkenin kuvvetli ve refah içinde yaşadıklarını dile getirdi.

İran Şahı da yaptığı konuşmada: “Türkiye Cumhuriyeti’nin Muhteşem Reisi, değerli kardeşim ve büyük arkadaşım diye konuşmasına başlayarak şöyle devam etmiştir: “İki ülke arasındaki dostluk hiç bir şekilde sarsılmayacak bir temele oturmuştur, dedikten sonra iki milletin dünyaya medeniyeti yaydıklarını ve yeryüzünde sulhun gerçekleşmesi için çalıştıklarını söylemiştir.

Devrin Başbakanı İsmet inönü’de yaptığı bir konuşmada; “Şah’a karşı gösterilen muhabbetin, Türk halkının İran halkına güvenin ve sevgisinin bir nişanesi olduğunu belirterek, iki devlet arasındaki ilişkilerin yeni bir döneme girdiğini, böylece yanlış anlamalar ve ihtilâflar devrinin sona erdiğini, sınır sorunlarının çözümlenmesi için iyi niyetlerin ortaya konulduğunu, ekonomik ilişkilerin daha iyiye gideceği tahmininde olduğu, yeni Türkiye’nin ve İran’ın gösterilen bütün hedeflere ulaşmasını dünyanın takdir edeceğini” belirtmiştir.

İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaret programı belli olunca hükümet Şah’a Kayseri Tayyare Fabrikası’nda imal edilmiş bulunan bir uçak hediye etmeye karar verdi. Bu maksatla hazırlanan gayet hızlı ve modern bir uçağın bütün denemeleri yapılarak önce Ankara’ya gönderildi. Sonra da Türk pilotları ile Tahran’a ulaştırıldı.[15]

Farklı Bir Diplomatik Atama ve Türk – Yunan Dostluğuna Katkısı[16]:

Bu sırada, Türk Diplomasi tarihinde önemli bir olay yaşanır. Atina’daki elçilik görevini sürdüren Enis Akaygen, bu görevinin bitmesine çok kısa süre kala, 21 Haziran 1934 tarihinde, Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tan bir telgraf alır.

Bu telgraf daha önce aldıklarına pek benzemiyor, üstü kapalı ifadeler içeriyordur. Telgrafa göre, 26 Haziran günü İstanbul’da olması ve  Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ü, İran Şahı Rıza Pehlevi’yi ve kendisini İstanbul’da karşılayacak resmi heyet arasında bulunması istenmektedir. Akaygen yol boyunca,  Atina’da görevli bir elçinin İran Şahının kabul töreninde ne sıfatı olacağını düşünür durur.

Karşılama günü geldiğinde aynı ortamda bulunan Tahran Büyükelçisi Hüsrev Gerede’ de şaşkınlığını gizlememiştir. Ancak gün sonunda konu anlaşılır. Şah Pehlevi, Tahran’daki Türk Büyükelçisinden memnun değildir ve Türkiye ziyareti esnasında Atatürk’ten Büyükelçinin değiştirilmesini istemiştir. İran Şahının bu isteği karşısında da Atatürk derhal karar vermiş ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı çağırarak, “Enis Beyi derhal Atina’dan çağırın; Tahran’a tayin olacak” demiştir. İşte Atatürk’ün bu emrinden sonra Dışişleri Bakanı tarafından Atina Büyükelçisi Enis Akaygen’e yıldırım telgrafı çekilmiş ve derhal İstanbul’a gelmesi istenmiştir.

Karşılama günü Enis Akaygen İran Şahına takdim edilir ve Şah, yeni Tahran Büyükelçisini Dolmabahçe Sarayında onaylar. Şah trenle memleketine dönerken Türkiye’nin yeni Tahran Büyükelçisini de trene alır ve böylece 5 yıllık bir macera başlamıştır.

Ancak hikayenin asıl enteresan tarafı bundan sonra başlar. 1934 yılında  Yunanistan’ın İran’da diplomatik temsilciliği bulunmamaktadır. Yunan Dışişleri İran’daki işlerini Tahran’daki Büyük Britanya Büyükelçiliği üzerinden yapmaktadır. Dolayısıyla İran’da yaşayan Helenlerle, kiliselerle, Yunan vatandaşlarının problemleriyle ve vize almak isteyen İranlılarla hep Büyük Britanya Büyükelçiliği ilgilenmektedir.

Ancak, Yunanistan istediği verimi Britanya Büyükelçiliğinden bir türlü alamamakta ve hizmetten de memnuniyet duymamaktadır.

Atina Büyükelçiliği görevinden tanınan ve beğenilen Enis Akaygen’in Tahran’a tayin edilmesi ile  Dönemin Yunan Dışişleri Bakanı Dimitrios Maksimos, İran’daki Yunan menfaatlerinin Türkiye’nin İran Büyükelçiliği ve bu ülkedeki diğer konsoloslukları vasıtasıyla takibini resmen talep eder.

Enis Akaygen 1939’da tekrar Atina Büyükelçisi olarak tayin edilinceye kadar bu görevini üstün bir başarı ile sürdürür. Hatta Tahran’dan ayrılmadan önce Türk Büyükelçiliği’ne bir mektup gelir. İran’daki Yunanlılar Enis Akaygen’e bir veda ve teşekkür mektubu yazmışlardır. Üç sayfalık mektubun ilk sayfası metin, diğer iki sayfası ise altmış küsur Yunanlının imzasını taşımaktadır.

İran – Türk Kardeşliği Üzerine Bir Çalışma;  Özsoy Operası:

Atatürk, İran Şahı’na, gerçekleştirilen devrimler gösterilirken bir Türk Operası temsilinin de programda yer alması gerektiğini düşünmüş ve besteci olarak o zaman 27 yaşında bulunan Ahmed Adnan Saygun'u seçmiştir.

Türk ulusunun tarihi ve manevi köklerini araştıran, bu kaynaklardan geleceğe ışık tutan "Özsoy" operasının konusu Mustafa Kemal'e aittir. Konusu İranlı şair Firdevsi'nin Şehname adlı eserinden bizzat Atatürk tarafından, Türk - İran halklarının kardeşliğini vurgulayacak şekilde düzenlenmiş ve libretto, Münir Hayri Egeli'ye yazdırılmıştır. Eser, Atatürk'ün yakın ilgisiyle orkestra, koro ve solistlerle, yaklaşık bir ay gibi kısa bir sürede ve çeşitli güçlüklere rağmen tamamlanmıştır. Üç perdelik "Özsoy" veya bir diğer adıyla "Feridun" adlı operanın ilk temsili Saygun'un yönetimi altında, devlet başkanları ve seçkin davetlilerin huzurunda, 19 Haziran 1934 günü Ankara Halkevi'nde sahneye kondu. Böylece 1934 yılında Ankara'da operaya doğru atılmış ilk adım, ilk deneme oynanmış oluyordu. Saygun'un başarısı ve Şah Rıza Pehlevi'nin gerek Türkiye Cumhuriyeti'nin müzik devriminden gerekse operanın konusundan oldukça etkilenmesi Atatürk'ü son derece heyecanlandırmış ve yapılan işi bir "inkılap hareketi" olarak değerlendirmiştir.[17]

Özsoy Operası, ulusal operanın yaratılmasında önemli bir adım sayılmaktadır. İlk sahnelendiğinde üç perdelik, dramatik türde bir opera olarak bestelenmiş olmakla birlikte, 3 Şubat 1982'de Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle, tam 48 yıl sonra tekrar sahnelenmesi gündeme geldiğinde Saygun, bu 3 perde 12 tablodan oluşan operayı, bir perdelik özet haline getirmiştir.

Atatürk ve İran Şahı Rıza Şah Pehlevi onuruna ilk sahnelendiğinde operada, bariton Nurullah Taşkıran, soprano Nimet Vahit ve Semiha Berksoy da oynamışlardır. Operada varılmak istenen ana fikir ise yüzyıllar boyunca Türkiye ve İran'ın kardeş olduğunun vurgulanmasıdır.

Özsoy operasının konusu İranlıların ‘Şehname’ destanından esinlenilmiştir. Öykü, Hakan Feridun'un ikiz oğulları Tur (Kurt) ile İraç (Aslan) üzerine kuruludur. İkizler doğduğunda şeytanın gazabı onları birbirinden ayırır. Ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşırlar. Ama yüzyıllar sonra buluşup kardeş olduklarını anlarlar. Tıpkı "ayrı yollara giden ikizler" Türkiye ve İran gibi. Eserin sonunda, iki kardeşten Tur'un adı geçtiğinde, sahnedeki oyuncular, Ankara Halkevi'nin locasında operayı izlemekte olan Atatürk'ü, İraç (Aslan) sorulduğunda ise yanındaki Rıza Pehlevi'yi işaret etmişlerdir. Bu jest karşısında çok duygulanan Rıza Şah Pehlevi, "Kardeşim!" diyerek, Atatürk'e sarılmıştır.[18]

Özsoy Operasının Anlamak:

Perde açıldığında sahnede görülen ozan, ezeli Türk yüceliğini sayıp dökeceği destanına koyularak dinleyicilerin hayalini kırk bin yıl evvelki Feridun’un ülkesine çeker. Bu tiradda Atatürk’ün ulus, din, devlet konularındaki görüşlerine ışık tutulmaktadır. Arpın büyülü melodisiyle ozan tiradını seslendirmeye başlar[19] :

“Ben ne puta tutkunum, ne de yâra vurgunum,
Elimde destanımla yalnız hakka bakarım.
Doğruyu anlatırım, gönüllere akarım.
Gönlü açık olanlar elbet beni severler.”

Bu dizeler, Asya Türklerinin eski inancı olan Şamanlıktan hak dinine yani İslam’a geçişi anlatmaktadır. Devamında ise, tasavvuf felsefesine , Yunus Emre vasıtasıyla bir gönderme yapılmıştır.


“Ben, ne Homeros gibi; hayali yavuzlar,
Tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır,
Ne de eski Fin’lerin Kalavala’sı gibi, insanlarla cinlerin,
Döğüşünü süslerim hayal enginlerinde.
Ben Firdevsi değilim, kendi dar anlayışımdan, güzel renkli savaşlar yaratıp,
İninde uyuyan aslanları kamçılamam. Ben vatan yavuklusu ozanım,
Öz tarihi söylerim, olmuşu iletirim. İşte böyle beylerim.”

Bu bölümde ise milli olan her şeyin, Batıdan veya Doğudan değil, kendi öz varlıklarımızdan alınması gerektiği belirtilmiştir.


Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda yazılan bu satırlarda da görüldüğü gibi, iman ve vatan yeni milletin en temel unsurlarıdır. Toplumun ilerlemesi, çağdaşlaşması için başvuracağı kaynakların, kendi geçmişinde var olduğu ve bu geçmişten hareket edilmesi gerekliliği bakın nasıl anlatılmaktadır:[20]

“Tarih diyor ki bize,
Uygarlıklar ırmağı brakisefal soyda buldu, özlü kaynağı,
Bu soy, Asya’dan çıktı, dört bir yana dağıldı,
Bu tarih, yükselişin, başlangıcı sayıldı, Avrupa, Anadolu, İran, ve ortayayla uygarlığa
girdi,
Bakın, bu büyük soyla zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma, duran düşer
İlerden başkasına inanma.”

Feridun, İraç adını koyduğu oğluna, “nurun yeşilde çıksın, güneş seninle parlasın, yoldaşın arslan olsun” derken, İran’ın ortak manevi değerlerini ortaya koyuyor ve bayraklarındaki sembolleri anlatıyordu.

Dünya müzik tarihinde, büyük bir devlet adamı ve bir sanatçının birlikte yarattığı, belki de tek operadır “Özsoy”. Sonuç olarak bu mitolojiye göre yeryüzünde insanlar türedikten bir müddet sonra dünyada karanlıkla ışığın çarpışması başlamıştır. Karanlıkla aydınlığın bu ezeli döğüşü, bu en eski inanıştan bütün milletlerin dini inançlarına geçmiş ve kalmıştır. Nihayet bir gün gelmiş ki, karanlık ve kötülükler insanlığı ele geçirmiş ona hükmetmeye başlamıştır. Bu, Firdevsi’nin ölmez eseri Şehname’de “Dahhak” olarak canlandırılmıştır. Bu zalimin karanlığı yüzyıllarca sürmüş nihayet bir demirci, Türk versiyonunda “Boz kurt” İran versiyonunda “Gave” ortaya çıkmış bu karanlığı dağıtmıştır.[21]

Yeniden ışığa kavuşan insanlar başlarına bir Bey seçmişlerdir : “Feridun”.İşte Münir Hayri, mitolojinin bu güzel noktasını eserine konu olarak almış ve XIX. Yüzyıldaki Alman milli tiyatrosunun yaratıcılarının kullandığı tekniğe başvurarak Feridun hikayesini Zendavesta, Şehname ve Efrasyap destanlarıyla Hint ve Uygur mitolojilerindeki en uygun parçalarla bağlayarak Özsoy’u meydana getirmiştir. Asıl mitolojiye göre Feridun’un üç oğlu olmuş ve bunlardan Tur bütün Asya’ya hâkim olarak Turanilere ata olmuş, İraç İran’da kalmış ve İranilere ata olmuş, Selm’de Avrupa’ya giderek Avrupa Arilerine baba olmuştur.[22]


İran Şahının Türkiye’den Ayrılıyor:

Gazi ve Şah kalabalık mahiyetleriyle birlikte İzmir’i ziyaret etmek için 20 Haziran’da Ankara’dan ayrıldılar. Eskişehir’den İzmir’e giden devlet başkanları burada bizzat hava saldırılarını ve karşı müdafaa usullerini içeren bir askerî tatbikatı yönettiler.

İzmir’den kara yolu ile Çanakkale’ye buradan da İstanbul’a geçtiler. Şah’ın ikametine Dolmabahçe Sarayı tahsis edildi ve orada onuruna bir akşam yemeği verildi. Şah, İstanbul’da kaldığı altı gün süre içerisinde Kara ve Deniz akademilerini, müze ve camileri, Dar-ül fünun’u ve okulları ziyaret etti. Bu geziler esnasında Şah ve Gazi hiç bir şekilde birbirlerinden ayrılmayacak gibi gözüktüler. Öyle ki her biri, açıkça diğerinin eşliğinden gerçekten zevk alıyor havasını estiriyorlardı.

Rıza Şah, 1 Temmuz‘da İran’a dönmek için İstanbul’dan ayrıldı. 6 Temmuzda Türk sınırından İran topraklarına girdi. Rıza Şah’ın Türkiye ziyareti ile ilgili, dış basında da yazılar çıkmaktaydı. Yine bu ziyaretle ilgili İran gazeteleri de samimi yazılar yazdılar. İlk önceleri Rıza Şah’ın Türkiye’deki ikamet süresi 15 veya 17 gün olarak planlanmış iken Mustafa Kemal’in daveti üzerine Eskişehir, İzmir Balıkesir ve Çanakkale’yi ziyaret etmesi ve İstanbul’da iki gün daha fazla kalması seyahatin 27 gün sürmesini sağladı. Rıza Şah hududu geçtikten sonra yanındakilere şunları söylemiştir. “Biz büyük bir insan ile görüşmeye gitmiştik. Biz de milletimizi onun milletini ulaştırdığı seviyeye eriştirmeliyiz.” Bu sözlerle Şah’ın Türkiye seyahatinden ve M. Kemal’den ne derece etkilendiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de Rıza Şah Mustafa Kemal’in fikirlerinden ve Türkiye’de gördüğü gelişmelerden büyük ölçüde etkilenmiş. İran’a döner dönmez reform hareketlerine hız vermiştir.[23]

İran Şahının Türkiye’yi ziyaretinden sonra Türkiye’nin çabaları ile İran ile Afganistan arasındaki sınır anlaşmazlığı da çözümlenmiştir. Bu konuda Türkiye iki ülke arasında hakemlik yapmıştır. Bundan başka İran’ın Irakla da aralarında sınır ihtilafları bulunuyordu. İran-Irak sınır anlaşmazlığı da bir süre sonra halledildi. Sonuçta da Türkiye’nin çabaları ile bu dört devlet arasında bir doğu paktı kuruldu. 8 Temmuz l937 de kurulan Sadabat Paktı İran, Irak, Türkiye ve Afganistan temsilcileri tarafından Tahran’da imzalandı. 1941 de Rusya ve İngiltere İran’ı işgal etti. Rıza Şah tahtan çekildi. Yerine Muhammed Rıza Şah geçti.Son İran Şahı Muhammed Rıza Şah döneminde İran Türkiye ile olan dostluğunu bozmuştur.[24]

1934 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’yi ziyaret eden İran Şahı’nın ülkesine döndükten sonra, çağdaşlaşma yolundaki Atatürk dönemi Türkiye örneğinin etkisiyle bir takım reformlar yaptığı görülür.

Bu ziyaretin amacı konusunda gazetelerde çıkan haber ve makalelerde yer alan düşünceler genellikle şu noktalarda toplanmaktaydı: Atatürk inkılâplarını, Türkiye’deki yenilik ve ilerlemeleri bizzat yerinde görmek, bunun yanında İran’ın dış ticaretini geliştirmek. Örneğin, bu konuda 16 Haziran 1934 tarihli Times ile 21 Haziran 1934 tarihli Near East India adlı gazetelerde konuya ilişkin olarak çıkan yazılarda Rıza Şah’ın Türkiye ziyaretinin büyük bir önem taşıdığına işaret edilerek, ülkesini ileri bir seviyeye ulaştırma çabalarında bulunan İran hükümdarının Mustafa Kemal’e çok şey borçlu olduğu belirtilir.

İran Şahı, Türkiye gezisini tamamlayıp ülkesine dönerken, Atatürk inkılâplarının üzerinde bıraktığı etkiyi belirtmesi açısından ilginç olan şu cümleleri İran sınırını henüz geçtiği sırada söylemişti: “Biz büyük bir insanla görüşmeye gitmiştik. Biz de ulusumuzu, O’nun ulusunu ulaştırdığı düzeye eriştirmeliyiz”.

Rıza Şah, işte bu etkilemenin sonucu olarak ülkesinde ilk öğrenimi zorunlu kılmış, yabancı okulların açılmasını yasaklamış ve tarihî eserlerin korunması için müzeler ile kitaplıklar kurdurmuştu. Kılık kıyafet konusunda yaptığı düzenlemeler dışında kadın hakları konusunda da bir takım girişimlerde bulundu.[25]

Müzik Alanındaki Gelişmeler:

İran Şahının ziyareti sebebiyle, Atatürk vasıtasıyla hazırlanan ve sunulan “Özsoy” operasını, gene Ahmed Adnan Saygun'un "Taşbebek", Necil Kazım Akses'in "Bayönder" adlı eserleri izledi.
Türkiye'de oynayan ilk ulusal operalar, beklenen sonucu kısa sürede vermiş ve Milli Eğitim Bakanlığı, Atatürk'ün direktifleriyle Ankara'da bir devlet konservatuarının kurulmasıyla ilgili hazırlıklara  başlamıştır.

Milli Eğitim Bakanlığı'nda ilk olarak bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. 1936 yılında da 1924 yılında Ankara'da faaliyete geçirilmiş bulunan Musiki Muallim Mektebi'nin öğrencileri arasından seçilen yetenekli elemanlarla, gene aynı kurumun içinde ilk olarak Devlet Konservatuarı sınıfları faaliyete geçirilmiştir.

1935/36 ders yılında, Musiki Muallim Mektebi'nde kurulmuş bulunan Devlet Konservatuarı sınıflarında, müzik sanatının bütün dallarında olduğu gibi, tiyatro ve opera alanında da çalışmalara hızla başlanmış ve kısa zamanda uzun mesafeler alınmıştır.

Son Söz Yerine:

Atatürk, gerek yaptığı inkılâplar gerekse davranışları ile, çağdaş bir toplum oluşturma yolunda büyük bir lider ve örnektir.

Ancak bu örnek olma gayreti sadece ulusal bir kimlik taşımamıştır.

Atatürk döneminde çağdaş Türkiye örneğinin, birçok ülke üzerinde “Çağdaşlaşma Modeli” olarak etkisi olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir.

Tüm bunlarla beraber, uyguladığı dış politikalar ve gösterdiği dostane tavır, yüzyıllardır süren sorunların çözümünde büyük bir etki yaratmıştır.






[1] Abdulhalik BAKIR,  Ahmet ALTINGÖK,  Klasik Ve Çağdaş Kaynaklar Işığında Turan-İran Kavramı Ve Tarihsel Coğrafyası, Tarih İncelemeleri Dergisi Cilt/Volume XXVI, Sayı/Number 2 Aralık/December 2011, 361-422
[2] Philip Mansel, Sultanların İhtişamı, İstanbul 1998, s.66; P. Mansfield, a.g.e., s.l08
[3] Aydın Can - ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK- İRAN İLİŞKİLERİ
[4] a.g.e
[5] İ.H.Göksoy,Çağdaş İslam Ülkeleri Tarihi, Isparta 1997,s.104-105
[6] F. Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1995, s.208
[7] Rıza Şah İran'ın pek eski ve büyük bir ailesine mensuptu. Bu aile uzun yıllardan beri Mazandara'nın Savat-kuh denilen havalisinde yaşardı. Bu ailenin şeceresi İran ırkının en temiz ve en soylu unsurunu temsil ediyordu. Rıza Şah 16 Mart 1878 tarihinde Savat-kuh Aleşt kasabasında dünyaya geldi.[2] Rıza Şah'ın babası Abbas Alihan Savat-kuh'unda Dördüncü İran Ordusu'nun Piştar Alayı'nda mertliği ve dürüstlüğü ile şöhret kazanmış bir subaydı. Büyük babası Murat Alihan ise 1856'da Herat Harbi'nde şehit olmuştu. Rıza Şah amcası General Nasrullah Han'ın maiyetinde bir asker gibi yetişti. 1900 senesinde henüz 22 yaşında iken Kazak Alayı'nda subay olarak görev aldı. Bu tarihten sonra kısa sürede kendisini orduya sevdirmeyi başaran Rıza Şah 21 Şubat 1921 tarihinde ordu kumandanlığında bulunduğu sırada Başkumandanlık Harbiye Nazırlığı görevine getirildi.[3] Rıza Şah 23 Ekim 1923 tarihinde Başbakanlık görevini de üzerine alarak İran yönetimini tamamen eline geçirdi. Bu dönemde Ahmet Han'ın Avrupa'da olması nedeniyle ülke içerisindeki karışıklıklara bir türlü son verilemiyordu.[4] Nihayet 29 Ekim 1925 tarihinde İran Parlamentosu toplanarak Rıza Şahı Regent yani Saltanat Naipliği'ne getirdi. Ayın otuz birinde ise Kaçarların tahtan indirilmesi ve geçici bir hükümetin kurulması kararlaştırıldı. 12 Aralık 1925'te Meclis toplanarak Rıza Şah Pehlevi'nin İran tahtına getirilmesine karar verdi ve 25 Nisan 1925 tarihinde Rıza Şah Şahlık tacını giyerek İran Şahı oldu.      
        Rıza Şah İran Şahı olduktan sonra kısa sürede ülkesindeki karışıklığa son vererek iç huzuru sağladı. Daha sonra ülkesinde ıslahatlar yapmaya başlayan Rıza Şah Ordusunu zamanın ihtiyaçlarına göre yeni baştan donatarak modern bir ordu vücuda getirdi. Ayrıca milletini çağdaş medeniyetler seviyesine yükseltmek için büyük gayret sarf eden Rıza Şah sanayi alanında da gerekli ıslahatları yaptı. Ülkesi ve milletinin mutluluğu için yılmadan çalışan Rıza Şah kısa sürede milletinin sevgisini kazandı ve ülkesinin yönetimine tamamen hakim olmayı başardı. Rıza Şah bir taraftan ülkesinde bu ıslahatları yaparken diğer taraftan da komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurmayı ihmal etmedi. Rıza Şah'ın ülke yönetiminde etkili olduğu andan itibaren dostça münasebetleri arzuladığı ilk ülke ise Türkiye oldu.    
[8] K. Gürün, age, s.194--Meliha Anbarcıoğlu, “Gazi Mustafa Kemal Atatrük ve İran’da Yapılan Reformlar”
Doğu İlleri Dergisi III/4 Ankara 1983, s.11
[9] Prof. Dr. Ahmet Özgiray, İngiliz Belgelerinde Türk – İran ilişkileri
[10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1-III) III, Ankara 1997 s.43-45
[11] PRO. F.O. 371/E. 1149/44/17, Turkey, Annual Report 1927, G. Clerk, ten A. Chamberlain’e, İstanbul 1928
[12] Prof. Dr. Ahmet Özgiray, İngiliz Belgelerinde Türk – İran ilişkileri
[13] Prof. Dr. Ahmet Özgiray, İngiliz Belgelerinde Türk – İran ilişkileri
[14] Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’ye gelişi ile ilgili yazışmalar için bkz. A.M.D.P.–II ,s.219-220/228-230
[15] http://www.kayserim.net/bilgid.asp?id=141
[16] Enis TulçaAtatürk, Venizelos ve Bir Diplomat: Enis Bey, Simurg Yayıncılık, İstanbul, 2003

[17] Orçun UTLU,  Cumhuriyet Döneminde Türkiye Coğrafyasında Operanın Gelişim Süreci, Mersin Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2010

[18] Emre YALÇIN, Cumhuriyet Döneminin İlk Lirik Sahne Eseri: Özsoy Operası. Agora Müzik
[19] Orçun UTLU,  Cumhuriyet Döneminde Türkiye Coğrafyasında Operanın Gelişim Süreci, Mersin Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2010
[20] a.g.e
[21] a.g.e
[22] G.  ALEV, 2007 Özsoy Operası - Dramaturgi çalışması ; Refiğ, G. 1997 Atatürk ve Adnan Saygun Özsoy operası. Boyut müzik yayın grubu
[23] Aydın Can - Atatürk Dönemi Türk- İran İlişkileri
[24] a.g.e

[25] Prof. Dr. İzzet Öztoprak , Atatürk, Çağdaşlaşma ve Dış Dünyadaki Etkileri ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 56, Cilt: XIX, Temmuz 2003, Türkiye Cumhuriyeti'nin 80. Yılı Özel Sayısı


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is