Ana içeriğe atla

Sikkelerin Sırrı


 
Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012


Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var. 


Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim.

Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor.

Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor?

Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir.

Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır.[1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Öncelikle Mevlevîlik hakkındaki bilgilerimizi kısaca tazeleyelim. Mevlevilik, Mevlânâ’ya mensup, Mevlânâ’nın yolu ve bu tarikattan olan kimse anlamlarına gelmektedir .

Tarikat olarak Mevlevîlik, başta oğlu Sultan Veled olmak üzere, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî yolunda gidenler tarafından,  Mevlânâ’nın vefatından sonra kurulmuştur.

Usul ve esaslarını Mevlana’dan alan bu tarikat için 1244 yılı önemli gelişmelere sahne oldu. Mevlana ve Şems-i Tebrîzî bu sene karşılaştılar. Bütün işi gücü ders ve irşad olan, yaşayışında tam bir zâhid ve “temkin ehli bir sûfî” olan Mevlânâ, bu tanışmadan sonra tam bir Hak âşığı oldu. 

Bugün itibariyle edinilen bilgiler Şems"in en önemli özelliklerinden birinin derin melâmet anlayışından kaynaklanan coşkun bir tavrı olduğudur. Bu davranışları tipik rind meşrep bir derviş özelliğini ortaya koymaktadır. Onun için şekil değil, ilâhî aşkın kendisi önemlidir. Şems"in Mevlânâ"nın hayâtına girmesiyle onda ortaya çıkardığı bu “ilâhî aşk” ateşi, artık Mevlânâ tasavvufunun temelini oluşturacaktır.

Mevlana’nın Şems ile karşılaşmasından sonra, “kuralcı” ve “şekilci” bir tasavvuf anlayışını terk ederek, coşkun bir tasavvufî anlayışa sahip olduğunu söylemek mümkündür. İlerlemiş yaşına ve sahip olduğu şöhrete rağmen Mevlânâ"nın “Hak âşığı” birini özlemle beklemesi, ondaki ilâhî aşk anlayışının o âna kadar tatmin edilmediğinin bir göstergesi sayılabilir.[2]

Özellikle Şems’in ölümü onu oldukça etkiler. Sultan Veled, gönül dostunu kaybettikten sonra babasının hâlini şöyle anlatır: “Şeyh onun ayrılığından sonra âdetâ deli oldu. Fetvâ veren şeyh, aşkla şâir kesildi. Zâhiddi, meyhâneci oldu. Fakat üzümden yapılan şarabı içip, satan meyhâneci değil; nûrânî can, nur şarabından başka bir şey içmez ki…[3]

Her birliktelikte olduğu gibi, kendini ifade etme yöntemi çeşitlendikçe ayrılıklar kaçınılmazdır.
Meşrep itibariyle Mevlevîler kendilerini, Şems kolu ve Veled kolu olarak iki neş’ede görmüşlerdir. Şems kolu, “Rind” tipini temsil ederdi. Bu koldan olanlar, sikkelerini kaşlarını örtecek tarzda giyerler, bıyıklarına dokunmazlar, sakallarını kısa kestirirlerdi. Bunlar, Hz. Ali’ye ve Ehlibeyte bağlı olup, gülbanklerinde, “Dem-i Hz. Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, keremi İmâm Ali” derlerdi. Şems kolu, Mevlânâ ve çevresindekiler arasında, melâmet temâyülünde olan, Kalenderî, Bektâşî, Hamzavî gibi bâtınî zümrelerle ve Fütüvvet ehli ile yakınlık gösterirdi. Veled kolu ise, “Zâhid” tipini temsil etmekteydi. Zühde riayet eden kişilerin bulunduğu, bu koldan olanlar, sikkelerini arkaya doğru, açık giyer, bıyıklarını kestirir, sakalarına dokunmazlardı. Bunlar, ehlisünnette bağlı olup, gülbanklerinde sadece “Dem-i Hz. Mevlânâ” derlerdi.[4]

Ortaya çıkan bu eğilim, elbette Mevleviliği bölmedi, daha önce söylediğimiz gibi, kendini ifade ederken iki farklı yöntem kullanıldı. Hatta, âdâb ve erkânda da bir ayrılık yaratmadı. Esrar Dede 'de Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye adlı eserinde konuyu, “Mevlevîler iki yoldan giderler. Bir kısmı cezbe ve aşkla görünür, bir kısmı aşkın her hâli edeptir mazmununa uyar, şeriat kisvesine bürünür. İlk yoldan gidenler, Mevlânâ’nın Divân’ından feyz alanlardır. İkinci yolu tutanlar, Mesnevî’yi rehber edinenlerdir. Fakat her ikisi de aynı gerçek ışığın ışığıyla ışıklanırlar” şeklinde açıklar.[5]
Sikkenin başka fonksiyonları da vardı. Pek sık rastlanmamakla birlikte, affedilemeyecek bir kabahatin sahibi olan dervişe uygulanan ceza, başındaki sikkesinin üzerindeki hırkasının alınmasıdır.[6] Buna “Ser u pâ etmek” denilir. Bu, geçici bir süre dergâhtan uzaklaştırma olan “Seyyah vermek”ten daha ağır bir ceza türüdür. Çünkü seyyah verilen derviş, sikkesini, hırkasını, tennûresini, elfe-nemeddini alarak, başka bir Mevlevî-hâneye giderek oraya yerleşip, ıshal-ı nefste bulunabilir. Fakat “ser u pây” olan, hiçbir Mevlevî-hâneye kabul edilemez. Yılları böylece boşu boşuna harcamış olur. Belki uzun bir süreden sonra yüz kızartıcı olmayanların ve kendisinde gerçekten düzelme görünenlerin bağışlanmaları ihtimal halindedir. [7]

Sikkenin kullanılış tarzındaki farklılık tamam ama nedir bu “Rind” ve “Zahid” farkı? Bundan sonraki konumuz da bu olsun. Ama yolumuzu edebiyat ışığı ile aydınlatarak araştıralım.


[1] XIV. yüzyılda Osmanlı Devlet adamlarının törenlerde giydikleri özel başlık olan “Horasâni Sarık”, sikkeye çok benzer ama karıştırmamak gerekir.
[2] Ethem Cebecioğlu, “Psiko-tarih Açısından Bir Yaklaşım” Tasavvuf, Ankara, 2005, sayı 14, s. 35.

[3] Şefik Can , Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti, Eserleri, İstanbul, 1995, s. 55 (Sultan Veled"in İbtidâ-nâme"sinden naklen)
[4] Dr. Şener DEMİREL,  Mevlevîlik ve 16. Yüzyılda Burdur’da Yetişmiş İki Mevlevî Şair: Fedâyî Dede Ve Servî Dede, I.Burdur Sempozyumu Sunumu
[5] a.g.e
[6] Bazı kaynaklarda bu durum şu şekilde anlatılır: Büyük bir suç işleyen dervişin  sikkesi alınır ve pabuçları dışarıya doğru çevrilir, hırkası sırtına verilir. Bu, o adamı tarîkatten düşkün etmektir. Tarîkatte disiplin mutlaktır ve itiraz yoktur. Ser-pa edilen kişi, yere niyaz eder, arkasını dönmeden kapıya gider, ayakkabılarını içeriye çevirip giyer, eşiği öpüp gene arkasını dönmeden gider. 
[7] Nurettin Sevin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, sf.56

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza...

Türk Milli Arması ve Namık İsmail

Yıllar önce, “Sonbahar Müzayedesinde, Namık İsmail’in ‘Harman’ adlı tablosu, 155 milyar liraya alıcı buldu. Kenan Evren’in ‘Yelkenli’ adlı yağlı boya tablosu 7.5 milyar liraya satıldı.” [1] başlığı ile kamuoyuna verilen haber kimin ilgisini çekmişti bilinmez ama bu iki ismin farklı tarihlerde yaptıkları resimlerden sadece “Harman” adlı tabloyu anımsamayan yok gibidir. Bu resim, en büyük yoklukların yaşandığı, en büyük bunalımların hâkim olduğu bir dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün ikametgâhı olarak kullanılan Ankara Garı’ndaki konutun duvarını süslüyordu. [2] Bu yazının kahramanı olan Namık İsmail, eğitim amacıyla Fransa’ya gönderildiğinde henüz yirmili yaşlarının başındaydı. 1914’te tatil nedeniyle İstanbul’a döndü, Birinci Dünya Savaşının patlamasıyla silahaltına alınarak Kafkas cephesine gönderildi ancak, tifüse yakalanınca İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. 1917’de Enver Paşa’nın Şişli’de kurduğu Harbiye Mecmuası Atölyesinde, İbrahim Çallı, Ali Sami Boyar gibi birçok...