Arapça
“tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç
dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması
var.
Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim.
Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim.
Elbette bu
durum araştırmamı engellemiyor.
Bu şekli
şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek
kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya
takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından
düşecek gibi mi oluyor?
Elbette
“sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”,
“kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir.
Sikkenin
bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır.[1]
Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi
gücü simgelemekte.
Öncelikle Mevlevîlik
hakkındaki bilgilerimizi kısaca tazeleyelim. Mevlevilik, Mevlânâ’ya mensup,
Mevlânâ’nın yolu ve bu tarikattan olan kimse anlamlarına gelmektedir .
Tarikat
olarak Mevlevîlik, başta oğlu Sultan Veled olmak üzere, Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî yolunda gidenler tarafından, Mevlânâ’nın vefatından sonra kurulmuştur.
Usul ve
esaslarını Mevlana’dan alan bu tarikat için 1244 yılı önemli gelişmelere sahne
oldu. Mevlana ve Şems-i Tebrîzî bu sene karşılaştılar. Bütün işi gücü ders ve
irşad olan, yaşayışında tam bir zâhid
ve “temkin ehli bir sûfî” olan Mevlânâ, bu tanışmadan sonra tam bir Hak âşığı
oldu.
Bugün itibariyle edinilen bilgiler Şems"in
en önemli özelliklerinden birinin derin melâmet anlayışından kaynaklanan coşkun
bir tavrı olduğudur. Bu davranışları tipik rind
meşrep bir derviş özelliğini ortaya koymaktadır. Onun için şekil değil, ilâhî
aşkın kendisi önemlidir. Şems"in Mevlânâ"nın hayâtına girmesiyle onda
ortaya çıkardığı bu “ilâhî aşk” ateşi, artık Mevlânâ tasavvufunun temelini
oluşturacaktır.
Mevlana’nın Şems ile karşılaşmasından
sonra, “kuralcı” ve “şekilci” bir tasavvuf anlayışını terk ederek, coşkun bir
tasavvufî anlayışa sahip olduğunu söylemek mümkündür. İlerlemiş yaşına ve sahip
olduğu şöhrete rağmen Mevlânâ"nın “Hak âşığı” birini özlemle beklemesi,
ondaki ilâhî aşk anlayışının o âna kadar tatmin edilmediğinin bir göstergesi
sayılabilir.[2]
Özellikle Şems’in ölümü onu oldukça
etkiler. Sultan Veled, gönül dostunu kaybettikten sonra babasının hâlini şöyle
anlatır: “Şeyh onun ayrılığından sonra
âdetâ deli oldu. Fetvâ veren şeyh, aşkla şâir kesildi. Zâhiddi, meyhâneci oldu.
Fakat üzümden yapılan şarabı içip, satan meyhâneci değil; nûrânî can, nur
şarabından başka bir şey içmez ki…”[3]
Her birliktelikte
olduğu gibi, kendini ifade etme yöntemi çeşitlendikçe ayrılıklar kaçınılmazdır.
Meşrep itibariyle
Mevlevîler kendilerini, Şems kolu ve Veled kolu olarak iki neş’ede
görmüşlerdir. Şems kolu, “Rind” tipini temsil ederdi. Bu koldan olanlar, sikkelerini kaşlarını örtecek tarzda
giyerler, bıyıklarına dokunmazlar, sakallarını kısa kestirirlerdi. Bunlar,
Hz. Ali’ye ve Ehlibeyte bağlı olup, gülbanklerinde, “Dem-i Hz. Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, keremi İmâm Ali”
derlerdi. Şems kolu, Mevlânâ ve çevresindekiler arasında, melâmet temâyülünde
olan, Kalenderî, Bektâşî, Hamzavî gibi bâtınî zümrelerle ve Fütüvvet ehli ile
yakınlık gösterirdi. Veled kolu ise, “Zâhid” tipini temsil
etmekteydi. Zühde riayet eden kişilerin
bulunduğu, bu koldan olanlar, sikkelerini arkaya doğru, açık giyer, bıyıklarını
kestirir, sakalarına dokunmazlardı. Bunlar, ehlisünnette bağlı olup,
gülbanklerinde sadece “Dem-i Hz.
Mevlânâ” derlerdi.[4]
Ortaya çıkan bu
eğilim, elbette Mevleviliği bölmedi, daha önce söylediğimiz gibi, kendini ifade
ederken iki farklı yöntem kullanıldı. Hatta, âdâb ve erkânda da bir ayrılık
yaratmadı. Esrar Dede 'de
Tezkire-i Şu‘arâ-yı Mevleviyye adlı eserinde konuyu, “Mevlevîler iki yoldan
giderler. Bir kısmı cezbe ve aşkla görünür, bir kısmı aşkın her hâli edeptir
mazmununa uyar, şeriat kisvesine bürünür. İlk yoldan gidenler, Mevlânâ’nın
Divân’ından feyz alanlardır. İkinci yolu tutanlar, Mesnevî’yi rehber
edinenlerdir. Fakat her ikisi de aynı gerçek ışığın ışığıyla ışıklanırlar”
şeklinde açıklar.[5]
Sikkenin
başka fonksiyonları da vardı. Pek sık rastlanmamakla birlikte, affedilemeyecek
bir kabahatin sahibi olan dervişe uygulanan ceza, başındaki sikkesinin üzerindeki hırkasının
alınmasıdır.[6]
Buna “Ser u pâ etmek” denilir. Bu, geçici bir süre dergâhtan uzaklaştırma
olan “Seyyah vermek”ten daha ağır bir ceza türüdür. Çünkü seyyah verilen
derviş, sikkesini, hırkasını, tennûresini, elfe-nemeddini alarak, başka bir
Mevlevî-hâneye giderek oraya yerleşip, ıshal-ı nefste bulunabilir. Fakat “ser u
pây” olan, hiçbir Mevlevî-hâneye kabul edilemez. Yılları böylece boşu boşuna
harcamış olur. Belki uzun bir süreden sonra yüz kızartıcı olmayanların ve
kendisinde gerçekten düzelme görünenlerin bağışlanmaları ihtimal hali ndedir. [7]
Sikkenin
kullanılış tarzındaki farklılık tamam ama nedir bu “Rind” ve “Zahid” farkı?
Bundan sonraki konumuz da bu olsun. Ama yolumuzu edebiyat ışığı ile
aydınlatarak araştıralım.
[1] XIV. yüzyılda Osmanlı Devlet
adamlarının törenlerde giydikleri özel başlık olan “Horasâni Sarık”, sikkeye
çok benzer ama karıştırmamak gerekir.
[3] Şefik Can , Mevlânâ, Hayâtı, Şahsiyeti,
Eserleri, İstanbul, 1995, s. 55 (Sultan Veled"in İbtidâ-nâme"sinden
naklen)
[4] Dr. Şener DEMİREL, Mevlevîlik ve 16. Yüzyılda Burdur’da Yetişmiş
İki Mevlevî Şair: Fedâyî Dede Ve Servî Dede, I.Burdur Sempozyumu Sunumu
[5] a.g.e
[6] Bazı
kaynaklarda bu durum şu şekilde anlatılır: Büyük bir suç işleyen dervişin sikkesi alınır ve pabuçları dışarıya doğru
çevrilir, hırkası sırtına verilir. Bu, o adamı tarîkatten düşkün etmektir.
Tarîkatte disiplin mutlaktır ve itiraz yoktur. Ser-pa edilen kişi, yere niyaz
eder, arkasını dönmeden kapıya gider, ayakkabılarını içeriye çevirip giyer,
eşiği öpüp gene arkasını dönmeden gider.
[7] Nurettin Sevin, Onüç Asırlık Türk
Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990, sf.56
Yorumlar
Yorum Gönder