Ana içeriğe atla

Anadolu Selçuklularında Dış Ticaret ve Gümrük

 
Gümrük işlemlerinin, milletlerin varlığı ve bu sırada ortaya çıkan ticari ilişkiler sebebiyle, ilk çağlardan itibaren, ticari hayatın bir parçası haline geldiği anlaşılmaktadır.


Ancak, tarihin ilk devirlerinden itibaren uluslar arası ticaretin olduğu yerlerde gümrük işlemleri, gümrük işleminin bulunduğu yerlerde ise kaçakçılık olmaktadır.

Elbette, ticaretin gelişmesinin üretim ve ulaşım tekniklerinin gelişmesi ile doğru orantılı olduğu açıktır. Nitekim; Çin, İran, Anadolu, Roma, Bizans ve Mısır’da tarih öncesi dönemlerde de gümrük işlemelerinin geliştiği görülmektedir. Bu sayılan ülke ve coğrafyaların ortak özelliği ise “Doğu Ticareti” olarak adlandırılan ticaret merkezinde yer almalarıdır.

“Doğu Ticareti” terimi, medeniyetin beşiği olan Güney Doğu Akdeniz bölgesi ile Asya ve Avrupa’yı birleştiren Ege denizi, Anadolu, İran ve Basra Körfezi, Mezopotamya, Suriye ve Nil vadisi arasında yapılan ticareti işaret etmektedir.  Nil ve Fırat doğulu ve batılı toplumların birbirleri ile karşılaştıkları yerlerin merkezidir. Kızıldeniz ise Asya’yı Afrika’dan ayırır ve Süveyş’ten sonra Arabistan’da çöl başlar. Bölgenin bu özellikleri çeşitli toplumlar arasındaki ilişkiyi sağlamakta ve düzenlemektedir.[1]
           
M.Ö. 2000 yılını izleyen dönemde, Asurluların Anadolu ticaret kolonileri bulunmaktaydı. Bunlardan birisi de bugünkü Kayseri yakınlarında bulunan Kültepe civarındaydı. Tüm ticari kolonilerde olduğu gibi, bu kolonide de Asurlulara ait idari yerler, pazar alanı, belediye birimi ve ambarlar bulunmaktaydı. Bu koloniler siyasi değil ticari özellikteydi. Asurlular, bu kolonilerin kurulduğu yerlerde idarede bulunan “Beylere” belirli bir “Hediye” yani gümrük vergisi veriyorlardı.[2]  Gümrük vergilerinin kumaş olarak ödendiğine dair bilgilere de ulaşılmıştır.[3]    
   
Aynı dönemde, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail zamanında Arabistan’daki Mekke şehri Ma’lât ve Mesfele olmak üzere iki yerleşim bölgesine ayrılmıştı. Ma’lât bölgesine girişte yükün üzerinden 1/10 oranında gümrük alınmaktaydı.[4]     

Bu arada, Anadolu coğrafyasının önemli bir unsuru olan Bizans döneminden de bahsetmekte fayda var.

Bizans İmparatorluğunda iktisadi faaliyetler devlet denetimi altındaydı. Bazı malların ithali ve satışı, devletin yararı gözetilerek yasaklanmakta veya kısıtlanmaktaydı. Kostantinopolis’e Karadeniz yoluyla gelen mallar İstanbul boğazındaki belirli noktalarda “Gümrük Görevlileri” tarafından kontrol ediliyordu. Bütün ithalat ve ihracat üzerinden “ad valorem” yani %10 oranında gümrük vergisi uygulanıyordu. Ayrıca, ticaretin yoğun olarak yaşandığı Ankara, Trabzon, Antalya ve Silifke limanlarında da gümrük kontrolleri yapılıyordu. Gümrük vergileri her gümrük noktasında ve limanda, gemilerin ve kervanların incelenmesini gerektirdiği için gayet kalabalık bir teşkilata ihtiyaç duyulmaktaydı. Gümrük kontrollerinin koordinasyonu 7.yüzyıla kadar merkezden sevk ve idare edilirken bu tarihten sonra yerel gümrük memurları olan ve önemli ölçüde otonomiye sahip bulunan “Kommerkiarios” eliyle gerçekleştirilmekteydi. Bu terimin kökeni 4. yüzyılda Bizans’ın “Pazar Şehirlerinin (commercia) başı” (comes commerciorum) olarak görev yapan devlet görevlilerinin unvanıydı.[5]      

Gelişmiş bir ticari yaşamı ve ticaret kültürü bulunan Bizanslılar ile Sasaniler arasında meydana gelen rekabet ve mücadeleler, doğu ticaret yolunun zayıflamasına sebep olmuştur. Ardından yaşanan “Haçlı Seferleri” batı dünyasının Doğu ülkelerini, ürünlerini, ticaretini tanımalarına neden olsa da, bu münasebetler Anadolu coğrafyası için yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Böylece fetihler, haçlı seferleri ve iç mücadeleler, Anadolu’nun yaklaşık bir yüzyıl boyunca, (1071 Malazgirt zaferi ile 1176 Myriokephalon zaferi arasındaki devrede) ticari faaliyetlerinin sınırlı kalmasına sebep olmuştur.[6]

Gün geçtikçe kuvvetlenen Selçuklu Sultanları, hem siyasi üstünlük sağlamak ve hem de deniz aşırı ülkelerle ticaret yapabilmeyi kolaylaştırmak için çeşitli yollar aramışlardır. Bunun en kolay yolu güvenli konaklama yerleridir. Birçok kervansaray'ın Konya'dan başlayarak Antalya'ya doğru yapılmaları XII. yüzyılda Güney-Kuzey ticaret yolunun çok önemli olduğunu göstermektedir. Kaldı ki bahsi geçen süre içinde Kıbrıs, Batı-Doğu ticaretinin antreposu haline gelmişti.  Kıbrıs'tan geçerek Antalya'ya gelen ticaret malları kervanlarla Konya'ya, buradan da Kuzey'e, Sinop ve Samsun'a doğru akıyordu. Ticaretin gelişmesi için sahillere sahip olmanın değerini takdir eden II. Kılıç Arslan daha 1182 yılında Antalya'yı kuşatmış fakat alamamıştı. Daha sonra oğlu I. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, İstanbul'da Latin'lerin bir haçlı devleti kurmalarından sonra, tıpkı Karadeniz Marmara sahillerinde olduğu gibi, Akdeniz sahillerinde de hâkimiyet mücadelesi başlamıştı. Alınan tedbirlerin ile Anadolu, milletlerarası bir ticaret ve transit ülkesi haline geldi.[7]

Bu çerçevede, ilk dış ticarete yönelik anlaşmalar Kıbrıs ve Venedik ile yapılan anlaşmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kıbrıs Lusignan hanedanına mensup Hugues ile Sultan İzeddin Keykavus arasında gerçekleşen mektuplaşmalar bu ticari anlaşmaların önemli bir göstergesidir.[8]  

Bu anlaşmalara göre, Antalya'nın Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından 1207 yılında fethedilmesinden sonra yapılan anlaşmanın ve kurulan dostluğun yürürlükte olduğu, her iki taraf tacirlerinin birbirlerinin ülkelerine serbestçe girip çıkacakları kabul ediliyor; ayrıca, korsanların hücumlarına uğrayan tüccarlara sığınma hakkı tanınması ve ölen tüccara ait malların mensup olduğu devlete geri verilmesi karşılıklı olarak taahhüt ediliyordu. Böylece yalnız Kıbrıs ile değil, Avrupa ticaretine de bir konak vazifesi gören bu ada vasıtasıyla Avrupalılarla da ticari ilişkiler düzene konmuş oluyordu. Bununla yetinmeyen İzzeddin Keykavus biraz sonra üzerinde duracağımız gibi, Venediklilerle de aynı maksatla ve benzer şartlarla bir ticaret anlaşması yaptı.[9]

Keyhüsrev, Antalya fethini müteakip Kıbrıslılarla bir ticaret anlaşması akdederken, diğer taraftan aynı maksatla Venediklilere de ticareti geliştirmek için bir ferman vermiştir. Oğlu İzzeddin Keykavus da ikinci bir fermanla bunu teyid etmiştir. Her iki ferman da Venediklilere Türkiye'de ticaret serbestîsi vermekte, onların bu ülkede seyahat ve ticaret yaparken himaye edileceklerini ifade etmekte ve emtialarından % 2'den fazla gümrük resmi alınmayacağı hükmü taşımaktadır. Bu antlaşmadan sonra, Venedik ve Fransız tüccarları Türkiye'de daha faal bulunuyor; bir takım ticari müesseseler kuruyorlardı. Kıbrıs Kralı Henri'nin Marsilya, Provence ve Montpellier tüccarına verdiği fermanda, Türkiye'den gelen ve cinsleri gösterilen mallardan % 1 oranında resim alındığı kayıtlıdır.[10]

Venedik’le yapılan “Muahedenamede” Selçuklu ve Venedikli tacirlere, mallarına ve gemilerine gösterilecek kolaylık, yardım, himaye ve iltica hususlarını karşılıklı olarak, iki tarafın taahhüt eylediğini birer birer zikretmektedir. Buna göre iki tarafa mensup tüccarın kaybolan eşyaları, ölülerin terekesi karşılıklı olarak iade edilirken bu hukuk, o zamanın cari
adeti hilafına batan gemilere de teşmil ediliyordu. Zira bir devletin sahillerinde hasara uğrayan veya batan gemilerle, içlerinde bulunan mallar ve hatta insanların o sahile sahip hükümdara aidiyeti kaidesi kaldırılıyordu. Başka bir madde ile Selçuklulara ve Venediklilere mensup gemiler bir düşman takibine maruz kalırsa bunları kurtarmayı, yardım etmeyi ve hatta kendi sahil limanlarına sığınmalarını sağlamayı taahhüt ediyordu. Muahedenamede Selçuklulardan çok Venediklileri ilgilendiren bir madde vardır ki önemliydi: “Eğer, Venedik tabiiyetinde bulunan bir kimse "gurur ve sadakatsizlik dolayısıyla akılsızlık edip mezkur yer ve ülkelerde (Venediklilere ait) Sultanın tebaasından birine, karada ve denizde, bir ziyan verir veya onu taciz ederse efendim (yani Venedik dukası) tarafından layıkıyla tatmin ve telafi edilecek ve alınan şeyler, tahkikattan sonra iade edilecektir.” hükmü yer almaktadır. [11]

Selçukluların önemli ihraç malları arasında Aksaray'ın halıları vardı. Ayrıca Aksarayın denizci örtüleri de çok meşhurdu. Antalya Kemhaları (ipeklileri), Mardin ve Muş pamukluları, Karaman'ın renkli kumaşları, Denizli'nin altın işlemeli bezleri, Ankara ve Sivas'ın yünlü kumaşları, Diyarbakır ve Kastamonu'nun sahtiyanları pek meşhurdu. Elbette, çoğunluğu yarı mamul olan bu ürünler, özellikle Avrupa'nın sanayide ileri ülkelerine ihraç ediliyordu. Anadolu Selçukluları ihracatına karşılık, İslam ülkelerinden, kuzeyde Bulgar ve Kıpçak eli (Deşt-i Kıpçak), Bizans ve Avrupa'dan geniş ölçüde ithalat yapıyordu. O zaman için lüks bir gıda maddesi olan şeker Mısır, Şam ve Irak'tan geliyor; yüksek ve zengin tabaka tarafından tüketiliyordu. Halk şeker ihtiyacını bal, pekmez ve meyvelerden alıyordu. Bununla birlikte İbn-i Bibi, Anadolu’da bir "şeker-hane" olduğunu ve Alaeddin Keykubad tarafından yaptırıldığını kaydeder. Ülkeye ayrıca Mısır, Bağdad, Şam, Tebriz'de imal edilen kumaşlar ve kuzey Türkleri tarafından ticarete sunulan kürkler, Rus keteni geliyordu. Öte yandan gerek ham deri, gerekse mamul deri maddeleri ihraç ediliyordu, ki bunlar arasında Kastamonu marokenleri meşhurdu. Irak'tan cam ve avizeler geliyor; Erzincan'da kandiller yapılıyordu. Ayrıca Bizans’ın İstanbul ve başka şehirlerinde dokunan kumaşlar da Anadolu’ya ithal ediliyordu.[12]

Selçuklularda gümüş para Kılıç Arslan, altın para ise, Selçukluların en parlak devri olan, Alaeddin Keykubad devrinde basılmıştır. Yukarıda belirtildiği üzere, altın ve gümüş dahil her cins malın girişi serbest olmasına rağmen, çıkışına izin verilmemiştir. Selçuklular, iktisadi ve ticari faaliyetleri artırmak için çeşitli vasıtalara, birçok koruyucu ve teşvik edici tedbirlere başvurmuşlardır. Denizlere ulaşmak için fethedilen Sinop ve Antalya gibi ülkenin giriş ve çıkış limanlarında, ticareti kolaylaştırmak ve geliştirmek için bu şehirlere büyük sermayeli tüccarlar yerleştirdiler. Türkiye'ye gelen yabancı tüccarlara imtiyazlar verdiler, en az gümrük tarifesini uyguladılar. Yollarda herhangi bir zarar gören, soyguna uğrayan veya malları denizde batan tüccarın malları devlet hazinesinden tazmin edilmekte idi ki, bu Selçuk devletinin bir “devlet sigortası” uyguladığını gösterir. Ayrıca ticaret kervanlarının, bazı yollarda, askeri müfrezeler idaresinde sevk edilmesi, tenha yerler ve geçitler gibi tehlikeli sahalarda muhafız kuvvetler bulundurulması da ticareti geliştiren önemli bir unsurdur. Selçuklu Türkiyesi'nin, Müslüman, gayrı Müslim; zengin, fakir herkese kapılarını açtığı kervansaraylar bu yoğun ticaret faaliyetinin şahitleridir.[13]

"Kaynak göstererek alıntı yapmak, emeğin karşılığının verildiğine işarettir." 


[1] Alexandre Moret, Histoire Ancienne, Paris 1929
[2] Dr. Turhan ATAN  Türk Gümrük Tarihi, I.Cilt. Başlangıçtan Osmanlı Devletine Kadar Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara  1990
[3] Prof. Dr. Füruzan KINAL, Eski Anadolu Tarihi, Ankara 1987, s. 61-63 
[4] Prof Dr. Muhammed Hamiddullah, İslam Peygamberi, Cilt II çev. Prof. Dr. Salih TUĞ
[5] M.Murat BASKICI, Bizans Döneminde Anadolu  İktisadi ve Sosyal Yapı (900 – 1261)
[6] Doç.Dr. İsmet KAYAOĞLU Anadolu Selçukluları Devrinde Ticari Hayat
[7] A.g.e

[8] Osman TURAN, Türkiye Selçuklularına Ait Resmi Vesikalar, Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara - 1988 S.111
[9] Doç.Dr. İsmet KAYAOĞLU Anadolu Selçukluları Devrinde Ticari Hayat
[10] A.g.e  

[11] Doç.Dr. İsmet KAYAOĞLU Anadolu Selçukluları Devrinde Ticari Hayat
[12] A.g.e.
[13] A.g.e.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.