Ana içeriğe atla

Aşure Adı Gönüllerin Tadı

Arapça’da “on” anlamına gelen “Aşera” kelimesinden türetilen “Aşure”  hicrî aylardan Muharrem’in 10. günüdür.

Elbette insan oğlu aşurenin on sayısı ile ilgisini merak etmeden duramıyor.
Aşurenin, farklı yıllarda ancak aynı ay ve günde “on” önemli olayın olması  nedeni ile, Arapça'da “on” anlamına gelen, “aşera” kelimesinden türetildiği ifade edilmektedir.
Bu olaylardan bahsetmeden önce Muharrem ayının bazı özelliklerine de değinmek gerekiyor. Muharrem ayı, Zilkade, Zilhicce ve Receb ayıyla birlikte İslam’da savaşmanın yasak olduğu dört aydan biridir.
Muharrem ayı tarih boyunca içinde vukû bulan çeşitli olaylar sebebiyle önemli kabul edilmiş, aşure günüyle ayrı bir özellik kazanmıştır. İslam kültüründe Muharrem ayı ve bu ayın onuncu gününde hazırlanan Aşure’ye bağlı inanç ve söylenceler hayli fazladır.[1]

Nedir bu önemli olaylar ?
Zekeriya bin Mahmut el Kazvini’nin[2] “Acaibü’l-Mahlûkât” adlı kitabına dayanarak Aşure gününde olan olayları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür. Hz. Adem’in pişmanlığı; Hz İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsâ’nın doğuşu; Hz. İbrâhim’in atıldığı ateşin Allah’ın buyruğuyla soğuması; Hz. Yakub’un, oğlu Hz. Yusuf için ağlamaktan kör olan gözlerinin açılması; Hz. Yusuf’un tutukluluktan özgürlüğe kavuşması; Hz. Süleyman’ın tılsımlı yüzüğünü bulunca krallığının ululanması; Hz. Yunus’un dua ve öğütleriyle Ninova kentinin kurtuluşu; Hz. Eyyub’un iyileşmesi; Hz. Yahya’nın doğuşu; Hz. Zekeriyyâ’nın çocuğu olsun diye ettiği duanın kabul edilmesi; Hz. Musa’nın kutsal Tuva vadisinde ateş ağacını görüşü; Hz. Musa ve kavminin Mısır’dan ayrılışı. Bunun gibi Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yûsuf’a kavuşması ve Hz. Nûh’un Cudî dağına varışının da yine bu ayın onuncu gününde gerçekleştiğine inanılmaktadır.[3]

Ancak adı ve tadı damağımızda kalan aşure yemeği (tatlısı) ile ilgili kısım biraz daha farklı bir anlatıma sahiptir. Nuh Peygamber ve yanındakiler, Muharrem ayının 10. günü gemiden çıkarlar. Karınları açtır, ancak yemek amacıyla hayvan öldürmediklerinden, ellerinde kalan erzaklarla bir aş pişirirler. İşte hepimizin bildiği “Aşure” işte böyle doğmuştur.

Eski Yunan’da da aşure benzeri bir yiyeceğe rastlanmaktadır. Anthesterion ayının 11 ilâ 13. günleri arasında Atina’da gerçekleştirilen “Anthesteria Festivali’nin” son gününde çeşitli hububattan yapılan lapa pişirilip, ölüler için  Hermes ve Dionisos’a sunulurdu. Ermenilerin “anuş abur” yani tatlı çorba diye adlandırdıkları aşure ise, yılbaşı ve Hz. İsa’nın vaftiz günü olan 6 Ocak tarihleri arasında ve Paskalya öncesi büyük perhiz döneminde pişirilir. Büyük perhiz için yapılan anuş abur, yeni yıl için yapılandan farklı olarak tarçın ve kuruyemişle süslenir. Benzeri bir geleneğin Çin’de de karşımıza çıkması daha da şaşırtıcı. Bir yılbaşı yemeği olarak tüketilen ve “bao zou” adıyla bilinen aşure, bugün piyasada konserve halinde de satılmaktadır.[4]

Hemen aynı günün Yahudiler tarafından da kutlanıyor olması enteresandır. Aşure gününün İslam tarihi kaynaklarına aksettiği görünüm ile Yahudi inancındaki görünümü ise farklılık arz etmektedir. Yahudilikte bu gün, "Yom- Kipur Katan" olarak ifade edilmiştir. "Kipur" sözcüğü İbranice'de, Tanrıyla hesaplaşıp temize çıkma, kefaret ödeme anlamındadır.  Aynı fiilden türeyen diğer bir sözcük de "Kapara" sözcüğüdür. Arapça ve Türkçe'de aynı anlamda kullanılan "kefaret" kelimesinin de yine bu kökten geldiği söylenmektedir. Yom Kipur (Kipur günü), Yahudi takviminin en önemli, en yüce ve en kutsal günüdür.  Nedamet, pişmanlık, dua, yakarış, kişinin vicdanıyla ve Tanrıyla hesaplaşarak yargılanma ve sonra da kendini yenileyerek temize çıkma, Teşuva'ya ulaşma günüdür.  Bir çok Yahudi halen bu günde oruç tutmaktadır. Onlara göre Tışrî (Eylül/Ekim) ayının 10. günü olan bu oruca, akşam güneşin batışından önce başlayıp bir sonraki gün yıldızlar görününceye kadar devam ederler. Bu gün deri giysiler, deri ayakkabılar giyilmez. Bu yasak 30 günlüğe kadar olan lohusalar ve ayağında yara olanlar için geçersizdir. Kipur'dan bir önceki gün herhangi bir nedenle oruç tutulmaz, kipur arefesinde yıkanmak şarttır,  arefe günü ölmüş aile fertlerinin mezarları da ziyaret edilmelidir.[5]

Aşure tadının bize kadar ulaşmasının en önemli sebebi ise Bektaşi tekkeleridir.

Aşurenin yapımı ve dağıtımı iki ayrı törenle gerçekleşmekteydi.

Hazırlık döneminin ilk bölümü Şeyhin cumartesi sabah namazında niyet ve niyazı ile başlayacaktır. Bu Hak’tan ve Pir’den desturdur. Bu ritüelin bir parçası da aşureye konulacak nevalenin miktarlarıdır. Öncelikle 14 kilo buğday ayıklanır ve aynı gün 7 kilo fasulye ile 7 kilo nohut haşlandıktan sonra kabukları ayıklanır. Kabukların soyulması dervişlerin özel giyimleri ile paralel olarak, benliklerinden çıkıp, öz varlıklarının ortaya konmasını sembolize eder. Diğer malzemeler hazırlanınca Şeyh, Fatiha ile mutfağı sırlar. Gece kalkıp aş pişirme geleneği ile ilgili olarak iki rekat Husema namazı kılınır. Aşurenin süslenmesi amacıyla üstüne konan malzemelere ‘çeyiz’ adı verilir. 12 İmama izafeten kazana konan malzemelerin 12 olması önem taşır. En son Hz. Peygamber’in kokusu addedilen gülsuyu özellikle Şeyh eliyle konurdu.[6]

Dergâhlarda toplu olarak pişirilen aşure için her aile gücüne göre malzeme getirir, bunlar ayrı ayrı piştikten sonra büyük kazana aktarılırdı. Evlerde de aynı geleneğin devamı olarak pişen aşureye komşulardan gelen malzeme eklenmesi âdeti vardır. Dergâhlarda hazırlanan malzemeler büyük bir kazana konulduktan sonra dergâhın aşçıbaşı, elindeki kepçeyi, “Destur Ya İmam” diyerek kazana daldırır. O sırada yanında bulunanlar “Ya Hüseyn” diyerek karşılık verir. Aşçı babadan sonra sırasıyla etrafındakiler de aynı şekilde aş pişinceye kadar aşureyi karıştırır. Aş pişince kazan başına gelen mürşit, “Aşure Gülbankı”nı okur. Bundan sonra kepçeyi eline alıp “Ya İmam” diyerek kazanları karıştırır. O sırada etrafta bulunanlar da “Ya Hüseyn” diye karşılık verirler. Aşure, Arap harfleriyle çift yay çizer gibi karıştırılır. Bu, Allah’ı zikretmekle denk tutulur. Mürşitten sonra kepçeyi alanlar da aynı biçimde aşureyi karıştırırlar. Mürşidin gülbankından sonra “Selamname”, sonrasında da mersiye okunur. Evlerde pişen aşurenin tuzu ya da gül suyunun evin büyüğü tarafından üç İhlâs bir Fatiha okunarak eklenmesi de ayrı bir aşure geleneğidir. Pişen aşure, evin kenar köşe yerlerine serpiştirilir, kepçeyle kazanın sağ, sol ve ön tarafına vurulup biraz aşure ocağa dökülür.[7]

Bektaşilerde aşure hazırlama ve pişirme önemli bir törendir. Her dergâhın kutsal olarak nitelendirilen bir kazanı vardır. Kazan, dergahlardaki paylaşım kültürünün oluşmasına ve gelişmesine sebep olmuştur. Bunlara “Kamu kazanları” da denmektedir. Ancak, bu işin de üstadı Ahmet Yesevi’dir.  Yesevi Türbesi’nde bulunan iki ton ağırlığında, ağız çapı 2.45 metre olan ve 60 kova su alan dökme bakır kazan, kamu kazanlarının en meşhurudur. Elbette Hacı Bektaşi Veli Dergâhı’nda bulunan Kara Kazan’ı da unutmamak gerekir. Bu Kazan’ın Yeniçeri Ocağının da önemli bir simgesi olduğu açıktır.[8]

Ayrıca aşurenin Osmanlı sofralarının en yaygın tatlısı olduğunu da unutmamakta fayda var. Osmanlılar dönemi boyunca aşure geleneğinde öncülük saraya aitti. Muharrem ayının 10. günü Topkapı sarayı mutfaklarında pişirilecek aşure için Kilâr-ı Has'tan gereken malzeme verilir, birkaç gün önceden hazırlıklara başlanırdı. Saray aşuresini helvacıbaşı’lar pişirmekteydiler. Büyük kazanlarda hazırlanan aşureden ilk olarak özel bir törenle padişaha ve harem halkına sunulması, sonra devlet ileri gelenlerine, imaretlere, halka dağıtılması adetti. II.Abdülhamid döneminde (1876-1909) Yıldız ve Beşiktaş saray mutfaklarında hazırlanan aşurenin dağıtımı İstanbul'lular tarafından sabırsızlıkla beklenirdi. Dağıtım iki şekilde yapılırdı. Birincisi, saray testilerine ve kaselerine konan aşureler Beşiktaş, Ortaköy, hatta daha uzak semtlerdeki yüksek rütbeli kamu görevlilerinin, ilmiye ve mülkiye ricalinin konaklarına götürülürdü. Ertesi gün, "cevap" denen usûl gereği boş testi ve kaselerin çikolata, bademşekeri, fıstık vb. şeylerle doldurularak konak ağalarınca saraya iadesi gelenekti. İkinci ve asıl dağıtım halka yönelikti. Saray matbah’larının (Matbah-ı Âmire, Saray Mutfağı)   her birinde iki ve dört kulplu büyük kazanlarda, buğday, incir, üzüm, kayısı kurusu, nohut, bakla vb. malzeme ile "daneli"[9] denen aşureler pişirilir, 10. Muharrem gecesi sırık hamallarınca taşınan 50-60 kazan, Yıldız Talimhane Meydanı'na götürülerek düzgün bir sıra halinde dizilirdi. Sabah erkenden Matbah-ı Amire müdürü, vekilharç ve helvacıbaşı’lar resmi giysileriyle meydanda hazır beklerler, seccadeci başının, aşure dağıtımının Padişahın buyruğu olduğunu duyurmasından sonra Matbah-ı Amire imamı dua eder, amin diyen halka parmaklıklı kapılar açılır, her kazanın önünde kuyruklar oluşur ve beraberinde getirdikleri kaplara aşure doldurulurdu. Bu sırada disiplinin sağlanamadığı, görevlilerin tepeden tırnağa aşure bulaşığına battıkları, hatta hücum edenler arasında kazana düşenler olduğu da görülürdü.[10]

İstanbul Tophane’de bulunan Kadiriler Asitanesi’nin[11] 385 senelik geleneksel yemeklerinden olan aşure, iki farklı amaç için pişirilir. İlki “Muharrem aşuresi” olup, Kerbela Vak’ası anısınadır. İkincisi, “Sefer aşuresi” olup, Hazret-i İmam-ı Zeynelabidin’in Kerbela’dan sağ salim kurtulması ile peygamber neslinin devamının kutlanmasıdır. Biri hüzün ve matemi, diğeri coşku ve sevinci ifade eder. [12]

Musahipzade Celal’de, aşure gününü şu şekilde anlatır;

“Dilenci güruhundan kör ve sokaklarda "Mersiye" okumak itikadında olanlar başlarına, boyunlana ikişer, üçer kör heybe şeklinde iki gözlü torbaları asıp sokak sokak, kapı kapı dolaşarak Kerbela mersiyesi okurlardı.



Hasan, Hüseyin'e olan işlere,
Gökte melek yerde canlar ağladı
Görün Görün yezidlerin halini
Bağladılar hep suların yolunu.
Soldurdular Fatmıa Ana gülünü,
Ya hoy goy goy canım






Bu mersiyenin her üç mısraında diğer amâlar, "Hayyul Kayyum”[13] dan bozularak meydana gelen "hoy goy goy canım" cümlesini hep bir ağızdan makamla söylerler ve mersiye bitince asıl okuyan şu gül-bângı çekerdi: "Allah Allah, bir Allah, kadim Allah, şühedayı Kerbela İmam Hasan, İmam Hüseyin aşkına ve cemii enbiyâ ve evliya kerimine, cömertler demine ve gelip geçmiş mü'minlerin ervahına hu diyelim huu!" diye hep bir ağızdan "hu" çektikten sonra kısa bir dua okurlardı. Duanın her cümlesinde diğerleri "Amin" dedikten sonra bir tas veya sahan içerisinde buğday, pirinç, nohut gibi hububat ve bakliyattan bir miktar birşey verilirdi.  Bunlara verilen her neyse çeşidine göre torbalara konurdu. Muharrem'in başından, onuncu gününe kadar Goygoyculuk devam ederdi."[14]

Aşure ve Kerbela günü:
Hicri takvime göre, Muharrem ayı Bektaşiler ve Aleviler için özel bir önem taşır. Muharrem ayını bu denli özel kılan, Bektaşi ve Alevi dünyası için yine çok özel olan, “Kerbela” olayının bu ay içinde meydana gelmiş olmasıdır. Her yıl “Kerbela” olayının yıldönümüne denk gelen dönemde, özel törenler uygulanır. Türkçe karşılığı “tasa” anlamına gelen “kerb” sözcüğünden hareketle olayın gerçekleştiği yere de, “Kerb-ü bela” adı verilmiştir.  Bu bölge Bağdat’ın 90 km kadar güneybatısındadır.[15]

10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde, Hz.Hüseyin'in Kerbela'da öldürülmesinden sonra ise Şia için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin'in acısının hissedildiği bir matem günü olmuştur. Ancak bu eğilim Emevi idaresi döneminde doğal olarak fiiliyata geçirilememiştir. Çünkü Emevi idaresi Şia'nın Aşureyi yas günü ilan etmesine karşılık, Kerbela faciasını unutturmak için bu günü bir vesile saymış, adeta bayram havası içerisinde kutlamasını temin yoluna gitmiştir. Daha doğrusu, bir anlamda siyasallaştırmıştır. Doğal olarak bu durum zamanla Şia'nın tepkisinin daha da artmasına yol açacaktır. El-Birunî[16] (440/1048), Emeviler döneminden başlayarak iki ayrı Aşure tatbikatını mukayese ederken şöyle demektedir: "Ümeyyeoğulları Aşure gününde yeni elbiseler giydiler, süslendiler, sürme çektiler, bayram yaptılar, davet ve ziyafet verdiler, helva ve tatlılardan tattılar. Bu adet, halk arasında Emevilerin iktidarı boyunca devam etti. Emeviler'den sonra da varlığını sürdürdü. Şiiler ise şehitlerin efendisinin (Hz. Hüseyin) öldürülmesine bir hüzün olarak feryat ediyorlar, ağlıyorlar, Medinetü's-SeIam (Bağdat) ve emsali şehir ve bölgelerde bu hüznü izhar ediyorlar ve Kerbela'da bulunan mübarek kabrini ziyaret ediyorlardı. Bu günde ev eşyalarını ve kap- kacaklarını değiştirmiyorlar, Muharrem'in dokuzuncu günü de oruç  tutuyorlardı."[17]

SON SÖZ:

Tadına doyulmaz aşurenin, toplumlar üzerindeki birleştirici etkisi ve hatta ortak paydası şaşılacak ölçüde güçlüdür.

Tüm bayramlarda olduğu gibi aşure günü de toplumların hayatını canlı tutan, göze, ruha ve hem de damağa hitap eden özel bir dönemdir. Menşei, ister Müslümanlar, ister Yahudiler isterse Ortodokslara ait olsun, kutlandığı toplumların geleneksel hayatına öylesine yerleşmişlerdir ki, söküp atmak imkansızdır.

Damağımızdaki tadı ve besleyici özelliği ile gündelik hayatımıza giren aşurenin, insanlara iyilik yapmaya iten özelliği ile de gönüllere ayrı bir tat verdiği açıktır. 

[1] Ahmet TOPAL KLASİK TÜRK EDEBİYATINDA MUHARREM AYI ETRAFINDA YAZILAN ŞİİRLER A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 35 Erzurum 2007
[2] Türkçe ve Farsçaya'da tercüme edilmiş olan Arapça astronomi eseri, Asar-ül Bilad ve Ahbar-ül İbad, isimli coğrafya eseri yazan Kazvini, Dünya'nın küre şeklinde olduğunu belirtmiş, hava, su, bitki, hayvan ve madenlerden detaylı olarak bahsetmiş, dağ, dere, ada, deniz ve nehirlerin oluşumu hakkında görüşler belirtmiştir. Batı'da ancak 1920'de inceleme konusu olan kaya manyetizması ve fosil manyetizma, yedi asır evvel Kazvini tarafından ele alınmış, modern jeolojinin keşiflerinden sayılan Reversal Manyetizma (ters dönümlü manyetik alan) daha o zaman, bu müslüman ilim adamı tarafından ortaya konmuştur.
[3] Ahmet TOPAL KLASİK TÜRK EDEBİYATINDA MUHARREM AYI ETRAFINDA YAZILAN ŞİİRLER A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 35 Erzurum 2007
[4] Öğr. Gör. Dr. Dilek AKBULUT, Gazi Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü “Bektaşi Kazanlarından Saray Aşureliklerine Bir Paylaşım Geleneği Olarak Aşure”
[5] Dr. Eyüp BAŞ, “Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki Yeri Üzerine Düşünceler” AÜİFD XLV (2004),S 1 s. 167-190
[6] İşli, N.H., 2002. Tatlı Yiyelim Yemek Kitabı. III. Bölüm, Tarih- Halkbilimi-Edebiyat. Hazırlayan: M. Sabri Koz.
[7] Öğr. Gör. Dr. Dilek AKBULUT, Gazi Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü “Bektaşi Kazanlarından Saray Aşureliklerine Bir Paylaşım Geleneği Olarak Aşure”
[8] Öğr. Gör. Dr. Dilek AKBULUT, Gazi Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü “Bektaşi Kazanlarından Saray Aşureliklerine Bir Paylaşım Geleneği Olarak Aşure”
[9] Osmanlı sarayında aşure, sütlü ve süzme olmak üzere iki çeşit pişirilirdi. Buğdayın piştikten sonra süzülerek sadece helmesinin kullanıldığı süzme aşure, saray kaynaklıdır. Bunun  içine ayrıca pirinç, badem, nohut ve misk konulurdu.
[10] Dr. Eyüp BAŞ, “Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki Yeri Üzerine Düşünceler” AÜİFD XLV (2004),S 1 s. 167-190
[11]“Asitane” genellikle tarikat kurucularının türbelerinin bulunduğu mekanlar olarak ifade edilmektedir. pîr makamı, huzur u pîr, pîr evi gibi sıfatlarda kullanılmaktadır.
[12] Eda Öndül, Nedim Albayrak “Aşurenin Tarihi ve Beslenmedeki Önemi” Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Müh. Bölümü, Van
[13] “Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm.” Âyet-el Kürsî
[14] Musahipzade Cemal, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946, 298-99;
[15] Prof. Dr. Belkıs (Temren) Menemencioglu “Bektasi ve Alevi Geleneklerinde “Muharrem”
[16] Tam adı Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Birûnî (Farsça: بیرونی , Arapça: ابو الريحان محمد بن احمد البيروني) dir. Batı dillerinde adı Alberuni veya Aliboron olarak geçer. Gökbilim, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki çalışmalarıyla tanınır.
[17] Dr. Eyüp BAŞ, “Aşure Günü, Tarihsel Boyutu ve Osmanlı Dini Hayatındaki Yeri Üzerine Düşünceler” AÜİFD XLV (2004),S 1 s. 167-190

Yorumlar

  1. Sayın blog yöneticisi internette dolaşırken sitenize rastladık. Çok önemli bilgiler vermişsiniz. Parsel Bacası olarak başarılarınızın devamını dileriz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.