Ana içeriğe atla

Çanakkale'den Mektup Var

 
Bir Mektubun Anlatımıyla Çanakkale:

Türk ve dünya tarihini önemli ölçüde etkilemiş olan, Çanakkale Savaşlarında şehit düşen sayısız askerimiz vardır.

Her birinin öyküsü birer destan olan askerlerimizden biri de, Mustafa Kemal’in komutasındaki 19. Tümen’e bağlı 57. Alay 2. Tabur 6. Bölük ihtiyat zabit namzetlerinden, Konya vilayetinin Niğde sancağı Andirlos (daha sonra Andulus ve Hacı Abdullah) köyünden İbrahim Ethem’dir.

İbrahim Ethem’in öyküsü savaştaki başarılarından ziyade; şehadetinden çok kısa bir süre önce Bigalı’dan annesine hitaben yazdığı, askerlik hayatının ilk ve son mektubu ile hayat bulmuştur.

Bugün geriye dönüp düşündüğümüzde hayalimizde canlanan Çanakkale Ruhu’nu en görkemli şekliyle ifade ettiği kabul edilen bu mektup, literatüre şehidin yeğeni olan önemli müzik insanı Ethem Ruhi Üngör tarafından kazandırılmıştır.

İbrahim Ethem 1913-1914 yıllarında Beyazıt Numune Mektebi muallimi ve Darülfünun Hukuk Mektebi ikinci sınıf öğrencisiyken gönüllü olarak askere gitmiştir.

Günün şartları sebebiyle Çanakkale muharebelerine görev alan İbrahim Ethem’i öğretmenlik yıllarından tanıyan İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey, onun fizikî portresi ve öğretmenlik hakkındaki düşüncelerini şu satırlarla veriyor: “1912 de Beyazıt Numune Mektebinde muallimdi. Kendisini orada tanıdım. 22 yaşlarında, orta boylu, hafif kara sakallı, yağız çehreli, çok sevimli bir insandı. Bütün hayatında yalnız bir şey düşünüyordu; çocukları iyi yetiştirmek… Ethem’in bütün hayatında aradığı ve yapmaya çalıştığı bu idi.”[1]

Hangisi için daha büyük bir şanstır bilinmez ancak, İbrahim Ethem, Türk Ocakları Reisi Hamdullah Suphi ile yakın arkadaştır. Önemli bir Milliyetçi olan İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Beyi de mesleğinde örnek almaktadır.

Bu esnada, milliyetçi çevreler içerisinde yer alan İsmail Hakkı Bey ile ilgili bir anekdotu da vermekte fayda gördüm.  İsmail Hakkı Bey, eğitim için yurt dışına tahsile giderken, babası tarafından kendisine yapılan; “Günahların içinde bir günah vardır. Onu işlersen babalık hakkımı helal etmem. Türklüğünü unutma!” telkin ve tembihi kendisini milliyetçi olarak ifade eden herkes için önemli bir referanstır.[2]

İbrahim Ethem için Türk Ocağında yetişmek önemlidir. Türk Ocağı, özellikle üyelerinin arasında bulunan genç ihti­yat zabitleri vasıtasıyla, tüm savaşlarda önemli bir yer tutmuştur.

Ocağın genel havası Milliyetçilik esaslarının hazırlanması için yeterli olmuştur. Talimler İstanbul sokaklarında yapılmaktayken Türk Ocağı Marşı söylenmektedir:


Türküz, ederiz, daim iftihar
Hilkatle başlar tarihimiz var
Kalplerde Türklük aşk ile çarpar
Yok bize başka yâr
Önde bayrak, elde süngü, kalpte Tanrı biz
Dünyaya hâkim olmak isteriz
Mâbedimiz Türkocağı, kâbemiz de yüce, parlak, Turan­dır

İhtiyat Zabitleri Marşı da benzer duyguları ifade etmekte; Türk gençlerini Turan yoluna davet etmektedir:

İhtiyat Zabitleri! Yol göründü kalkın
Gidiyoruz işte, Turan bizi bekliyor…

Ancak başta Çanakkale olmak üzere tüm cephelerde söylenen ve Ziya GÖKALP’in olduğu bilinen marş ise askeri heyecanlandırmaktadır.

­Ulu Tanrım, ay yıldızlı al bayrağın
Gölgesi hiç üstümüzden eksilmesin
Düşmanların göz diktiği bu toprağın
Ana kalbi bizim için vursun
Amin

Ulu Tanrım, esir olan güzel Turan
Daha kaç hakanına hasret çeksin?
Sen nasib et, Altınordu, elde Kur’an
Otağını Kutdağı’na kursun
Amin

Ulu Tanrım, huzurunda dize geldik
Düşmanlardan öç almaya ettik yemin
Biz vaktinde üç dünyayı sarsan eldik
Kolumuzda o güç yine dursun
Amin

Savaşın başlamasıyla binlerce gencin orduya katılmak için gösterdiği gayret ve gönüllülükte, Türk milliyetçiliği hareketi ve onun kurumlarında alınan ter­biyenin rolü büyüktür. Ziya Gökalp bu durumu şu sözleriyle izah ediyor: “Birinci Cihan Harbinde Başkomutan, Çanakkale’de olağanüstü fedakârlığı istilzam eden vazifelerde gönüllü isterken ortaya atılan gönüllülerden çoğunun Türk Ocağı mensuplarını teşkil eden Yedek Subaylardan çıkması, memleketimizde ve cemiyetimizde ocaklarımızın yarattığı müs­pet tesiri ispata kâfi gelir sanırız.” Hamdullah Suphi, Çanakkale muharebeleri sıra­sında Vehip Paşa’nın İstanbul’dan gelen gazetecilere; “Ne vakit çok müşkil bir va­zife yapılmak icap ederse en evvel Ocaklı zabiti hatırladığımızı size haber vereyim.”dediğini yazmaktadır. [3]


İbrahim Ethem, aşağıda vereceğimiz mektubu kaleme aldıktan sonra, Arıburnu’na yapılan An­zak çıkarması ve 57. Alay’ın muharebeye dâhil olduğu ilk birkaç günde içinde şe­hit olmuştur.


Dünyayı sarsan bir savaşın ortasında dahi olsa bir insanın yurdunu sevmesinin en güzel örneğini teşkil eden bu mektup içtenliği ile de bir örnek niteliğindedir.
  
Valideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım.
Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı. Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu. İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
“ Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz.” dedi.
“ Pekâlâ” dedim. Aldım baktım, sütlü çay.
“ Mustafa bu sütü nereden aldın?” dedim.
“ Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?”
“ Evet” dedim. “Evet, ne kadar güzel.”
“ İşte, onun çobanından 10 paraya aldım.”
Vâlideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?  dedim.
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat vâlideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim.
Ve şu tabiî manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
“ Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halikı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur. Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım.

Artık benim kadar mesut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir. Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadire mektup yazdım.
Valideciğim, evdeki senet vesâireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister. Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
Hasan Ethem
 (17 Nisan 1915)


[1] İsmail Hakkı, “Muallim Ethem Nasıl Öldü?”, Mektepli, S. 25, 9.3.1933
[2] Yrd.Doç.Dr.Mustafa Arıkan Bir Çanakkale Şehidi ve Mektubunun Başına Gelenler, Akademik Bakış, Gazi Üniversitesi, Cilt 5 Sayı 9 Kış 2011
[3] Yrd.Doç.Dr.Mustafa Arıkan Bir Çanakkale Şehidi ve Mektubunun Başına Gelenler, Akademik Bakış, Gazi Üniversitesi, Cilt 5 Sayı 9 Kış 2011

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.