
Bayramlar size ne hatırlatır bilmem ama benim için güneşli bir günde
bütün ailenin bir araya gelmesi, Büyükannemin bir gün önceden hazırladığı
cevizli kadayıfın kokusu ve elbette bıkmadan usanmadan yediğim akide şekeridir.
Eve her gelene sunulan ve inatla alması sağlanan o akide şekeri sadece
ağızların tatlanması için değil, bağlılığın-birlikteliğin güçlenmesine de
yaramaktaydı.
Akidenin yapımı da bunun bir işareti değil midir? Binlerce şeker tanesi
140-150 derecede erir, neredeyse sıvı hale gelir ve bir daha ayrılmamak üzere
bir bütün olur. Soğuma aşamasında ağdalanan şekere ister gülsuyu, ister portakal
veya fındık eklenerek başka bir güzellik
katılır. Artık bir akit sağlanmış, bir söz verilmiştir. Ne olursa olsun bu
birliktelik eskisi gibi olmayacak, ayrılmayacaktır.
Damakta bıraktığı güzel tadı ve yarattığı hissiyat sebebiyle akide,
tarihimizde de önemli bir yer edinmiştir. Coğrafyamızda şekerciliğin 14-15.
yüzyıla dayandığı tahmin edilmektedir.[1] Osmanlı
Devletinde ise şeker ve şekerleme üretimi, ayrı bir meslek konusu olarak akide-şekerci,
şerbetçi esnafları tarafından
sürdürülmüştür. Sarayın ihtiyacı ise “helvahâne-i hassa ocağı” tarafından
karşılanmıştır.
Sarayın şeker tüketimi, başta akide şekeri olmak üzere, çok fazladır.
Ancak bu ifadeyi okuduktan sonra “Bu adamlarda ne çok şeker yemişler...” demek de
yanlış olacaktır. Başta akide olmak üzere üretilen şekerler sadece sarayın tüketimine
yönelik değil, sarayın toplumla ilişkisini düzenlediği için de önem arz eder.[2]
Akide kendine, padişah
çocuklarının doğumlarında düzenlenen veladet-i humayun, şehzadelerin sünnetleri
için organize edilen sur-i humayun, sultan hanımların evlenmeleri icin yapılan
sur-i cihaz, ordunun bir zafer kazanması sonucu yapılan fetih şadumanlığı
gibi etkinlikler sırasında yapılan "çanak yağması" ve "şeker alayı" törenlerinde yer bulmaktadır.[3] Mesela,
Sultan IV. Mehmed’in 1675 yılında büyük şehzadesi Mustafa (II. Mustafa) ve
küçük şehzadesi Ahmed’i (III. Ahmed) Edirne’de sünnet ettirmesi sırasında, farklı
tasvirler içeren şekerlemeler yanında akide şekerleri de dağıtıldığı
bilinmektedir.
Akide ve Şekerleme Esnafı:
Osmanlı, uzun yıllar boyunca
İstanbul’daki şekerci sayısını mümkün olduğu kadar sınırlı tutmaya çalıştı. Bu nedenle akide miktarı
toplumun talebine cevap verecek seviyede değildi. Üretilen akide daha çok,
Saray’ın, devlet erkanının ve zengin konaklarının gereksinimini karşılayacak
ölçüdeydi.
Ancak halk, akidenin tadına varmıştı birkere. Her vatandaşın evi
kendisinin sarayıydı ve artık bayramlarda, kutlamalarda konuklarına
şekerleme ikram etmek istiyordu.
Artık Osmanlı’da akidenin kullanım alanı yaygınlaşmış, şeker ve
şekerleme her eve girmişti. Bunu, ünlü şair Sâbit'in[4]
aşağıdaki dizelerinde de görmek mümkün;
Donanup al akîdeyle şeker
tablaları
İtdi her gûşe-i İstanbul'u sûk-i mercân
beyti, ramazanda kırmızı akide şekeri yapılıp satıldığını; aşağıdaki
beyti ise bu tür şeker ile de oruç açıldığını anlatıyor:
Matbah-i
rûzeyi miftâh-i akideyle açar
Feth-i
rûzîye bakan ağzı mühürlü rindân[5]
Bunlar yetmezmiş gibi, on beşinci yüzyılın başında Süleyman Çelebi’nin
kaleme aldığı Mevlit dolayısıyla da toplumdaki akide tüketimi artmış; dinsel
bir tören gibi okunan her Mevlidin ardından, kâğıttan külahlar içinde şeker
dağıtmak bir gelenek olmuştu.
Esnafın sayısı ile ilgili bilgilere Evliya Çelebi vasıtasıyla ulaşmak
mümkündür. “İşyeri 70, neferât 255, bunların piri (…) Hz. Enes kemer
bağlamıştır, kabri Basra Mezarlığı’ndadır. Bunların övüleni Ayasofya
Çarşısı’nda Akideci Fenayı, Unkapanı’nda Mevlevi Ahmed Çelebi, Kasımpaşa’da
Dede Bey, Üsküdar’da Sun’î Çelebi, bunların akideleri beş sene dursa şekerlenip
bozulmaz, sanki Yemen akiki gibi tap-taze durur. Bunlar tahtırevanlar üzere
dükkânlarını süsleyip çömlekler içinde halka akide dağıtırken misk ve amber kokusundan
seyircilerin dimağı kokulanır.” İşte böyle anlatıyor Evliya Çelebi, kısaca
“uzaktan görsen, kokusunu duysan aklını alır” diyor.
Hemen unutmadan ifade etmek gerekir ki, akideyi ilk kez ticaretin bir
unsuru haline getiren, 1777'de şekerciliğe başlayan ve farklı bir kesim tekniği geliştiren Hacı Bekir Efendi'dir. Maltalı ünlü ressam Preziosi tarafında yapılmış ve orjinali Louvre Müzesinde bulunan yukarıdaki resimde Hacı Bekir Efendi ürettiği şekeri satarken görülmektedir.
Gün geçtikçe esnaf sayısı da yetmez olmuş ve bunun üzerine, “korsan” ya da “merdiven
altı” şeker imalatı baş göstermişti. Elbette o zaman bu tabirlerin yerine “koltukçu”
deniyordu. “Aman canım, vatandaş talep ediyor bunlar da üretim yapsalar ne
olur?” Demek mümkün değil. Çünkü koltukçuların akide üretimi, İstanbul’da,
işlenmemiş şekerin fyatını yükseltmişti. Bunun üzerine Saray’a yazılan tüketici
şikâyet dilekçeleri üzerine, Padişah 3. Murat 1582 yılında çıkardığı bir
fermanla, koltukçu esnafa mücadele edilmesini İstanbul Kadısı’na şu sözlerle
buyuruyordu: “ (…) İstanbul’da koltukçu çoğalıp şehre gelen şekeri onlar alıp
akide etmekle şekeri ziyade bahaya çıkıp kıyyesi yirmi otuz akçede iken kırk
beş elli akçe olmuştur deyu bundan böyle koltukçuların men edilmesini emir
buyurdum!”[6]
Ayrıca, koltuk esnafına göz yummak önemli ölçüde vergi kaybına da sebep
oluyordu. 1640 yılına ait narh defterindeki kayıtlardan aktar ve şekercilere
verilen narhlar arasında tarçın, karanfil, anason, amber, gül, kişniş, saray
bademi, frengi badem, peynir şekerlerinin yanında sade akidenin 5 dirhemi için
bir akçe, kokulu akidenin 4 dirhemine bir akçe narh konduğu görülmektedir. [7]
Yeniçeriler ve Akide:
İstanbul’un
en önemli günlerinden birisi de hiç kuşku yok ki ulufe divanı günüdür. Yeniçeriler'e ulufe adı verilen üç aylıklarının
dağıtıldığı ve Hicrî kamerî takvime göre Salı günü verilmesi kanun olan ulufe
için bir divan toplanmaktaydı. Bu divanda sadrazam ve devletin ileri gelenleri
kubbe altında, padişah da tahtına oturur, ulufe dağıtım törenini seyrederdi. Divan
toplanırken sadrazam oturmadan önce sağında ve solunda bulunan divan üyelerini
selamlar, oturduktan sonra ise “Sabahınız hayrola” diye iltifata bulunurdu. Bu
arada saray mutfağında hazırlanan çorba, pilav ve zerde Topkapı Sarayının,
Babüsselam ile Babüssade kapıları arasındaki ikinci avluda toplanan kapıkulu
askerlerine, has fırında pişirilen fodla(pide) ile birlikte dağıtılırdı. Bunun
da bir merasimi vardı. Kubbe altında bulunan kulkethüdası zamanı gelince
giydiği üniformanın eteği ile işaret eder ve Orta Kapı’da beklemekte olan
yeniçeriler yıldırım gibi koşarak hazırlanan bu yemekleri saray bahçesinde
yerlerdi. İşte tam bu sırada bir de “akide
merasimi” yapılırdı. Bu, Yeniçerilerin aldıkları aylıktan ve yedikleri yemekten
hoşnut kaldıklarını gösteren basit fakat ilginç bir ara törendi. Yeniçeri
ocağının büyük subaylarından kul kethüdası ile muzhır ağa Kubbealtı’na gelerek
sadrazamın başkanlığındaki divan üyelerine ellerindeki tablalardan mangır(para)
biçimindeki akide(bağlılık) şekerlerini şekerdanlıklar ile sunardı.
Sunulan akide
şekerinin miktarı, rütbenin büyüklüğüne göre olurdu: Mesela, sadrazama iki yüz;
vezir, kazasker ve öteki erkâna yüz ellişer; yeniçeri ağasına, sekbanbaşına,
kethüdaya (kâhyaya) yüzer; kâtip ve memurlara otuzla on beş dirhem arasında
verilirdi. [8] Bu akide dağıtımı, ocaklıların padişaha bağlı olduklarının
kanıtı sayılır divandakiler rahatlardı. Akide törenini müteakip Kubbealtı
önünde Fetih suresi okunur, ocaklılar gülbank çeker, Birinci Ağa Bölüğü’nden
başlanarak ulufe torbaları dağıtılırdı. Törenden sonra konaklara, evlere,
dükkanlara da akide şekerleri gider herkes, Yeniçerilerin bir eylem
yapmayacağını öğrenmiş olurdu.
[1]Nail Tan, Türkiye’de Şekerciliğin Gelişmesinde Hacı Bekir Müessesesinin
Rolü”. Yemek Kitabı Tarih- Halk Bilimi- Edebiyat, haz. M. Sabri Koz, İstanbul:
Kitabevi Yayınları
[2] Doç. Dr. Zeynel Özlü, Osmanlı Saray Şekerleme Ve Şekerlemecileri İle İlgili Notlar,
Türk Kültürü Ve Hacı Bektaş-ı Veli Arştırma Dergisi - 2011 / 58
[3] Prof. Dr. Mustafa Tayar,
Osmanlının iki tatlı mirası: akide şekeri ve lokum / Türk Yemek Kültürü
[4] Başlıca eserleri Berbername, Divan, Edhem ü Humâ nın yanı sıra, Kırım
Hanı Selim Giray’a hitaben yazdığı “Zafername” ile de ünlenen, asıl adı
Alâeddin Ali olan (1650-1712) ünlü divan edebiyatı şairi.
[5] Sedat Yüksel, Eski Edebiyatımızda Ramazan
[6] Doç. Dr. Zeynel Özlü, Osmanlı
Saray Şekerleme Ve Şekerlemecileri İle İlgili Notlar Türk Kültürü Ve Hacı
Bektaş-ı Veli Arştırma Dergisi- 2011 / 58
[7] Prof. Dr. Mustafa Tayar,
Osmanlının iki tatlı mirası: akide şekeri ve lokum / Türk Yemek Kültürü
[8] Metin Saip Sürücüoğlu “Osmanlı İmparatorluğu’nda Mutfak Teşkilatı
Protokol Tören ve Şenlik Yemekleri”. Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar,
Hazırlayan Kamil Toygar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayın
No:23: 49-81.
Yorumlar
Yorum Gönder