Ana içeriğe atla

Farklı Bir Münevver: Mehmed İzzet Bey

Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu, II. Ankara Üniversitesi haftası münasebetiyle Antakya Halkevinde 10 Eylül 1943 tarihinde verdiği konferansta şöyle demektedir. “Rahmetli Profesör Mehmet İzzet,  ‘Milliyet nazariyeleri ve millî hayat’ adlı eserinin bir yerinde diyor ki : ‘Bir Türk mütefekkiri bir gün, Türk kimdir? sualine kendini Türk bilendir, cevabını" vermişti. Bu cevap doğrudur, fakat eksiktir. Kendini Türk bilmek, istemek kâfi değildir, aynı zamanda ‘Türk olmak’ lâzımdır.  Ben bu satırların derin manası üzerinde çok durdum. Çünkü gerçekten kendimizi Türk bilmek yetmez, Türk olmağa lâyık olmak gerektir. Türk millet ve vatanına layık Türk olmak demek millî felsefemizin, Türk dünya ve tarih görüşünün, Türk iradesinin, Türk medeniyetinin, Türk kültürünün canlı realitelerine, ülkülerine dört elle sarılmak, onları yaşamak ve büyük Türk millet yapısı içinde faydalı ve gerçek bir vatan çocuğu olmağa savaşmaktır. Bu ebedî millî kıymetleri muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Birçok münevveri derinden etkileyen Mehmet İzzet kimdir? 1891 yılında İstanbul'da doğan ve çok genç yaşta, 1930 yılında ölen Mehmet İzzet, Ziya Gökalp’in kalesi olan İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsüne girmiş ve orada felsefe ve ahlak dersleri vermiştir. Bizim için en önemli eseri kuşkusuz “Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat” adlı eseridir.
Mehmet İzzet'te tüm diğer düşünürler gibi, milliyet ve millet kavramlarını anlamaya ve anlatmaya çalışmış, bunu yaparken de millet ve milliyet kavramı ile milli karakter, tarih, anane,  ırk, dil, toprak arasındaki ilişkiyi ele almıştır.
 
Nihayetinde ulaştığı sonuç şöyledir:  ‘Irk veya dil veya toprak… Özellikleri ayrı ayrı milliyetin esası olmadığı gibi bunların toplamından da bir millet çıkmaz. O halde milliyeti bu unsurlarda tek tek aramak doğru değildir. Ayrıca bunların toplamında da aramak doğru değildir.’  İzzet'e göre milliyet bir ülküdür, bir imandır.  [1]
"İzzet, milliyet ile ırk arasındaki ilişkiyi araştırmıştır: “milliyet’i ırka indirgemek, insan üzerinde çevreden ziyade veraset (kalıtım) tesiri olduğunu iddia etmek” anlamına geleceğini söyler, Coğrafya ile milliyeti irdelerken ise “millet öz manasıyla vatandan yani milli topraktan ibaret midir? Milliyet ülküsü coğrafi vakıanın bir mahsülü müdür? Milletlerin kendilerini ayrı ayrı hissetmeleri ve ayrı “vaz” etmeleri, insanların “millet” zümrelerini ayırt etmeleri toprakların, iklimlerin, başka başka olmalarından mıdır?” diye sorar, Ona göre, “Bir millet ne meydena gelmek ne de birlik halinde gelişmek için tabiatın hudutlarına bağlı değildir; belki hudutlar milletlere bağlıdır.” Demekte ve şöyle devam etmektedir;  “Hudutlar, milletlerin inkişaf kaabilyeti ile ve komşu milletlerin bu inkişafa mukavemet kabiliyeti ile tayin edilir. Yani millet hududu değil hudud milleti tayin eder.”  Dil konusu da ona göre ele alınmalıdır. “Dil bir alettir, nasıl ki iktisadi aletlerin milli hayatın yaratıcısı ve düzenleyicisi olduklarını mutlak surette kabul edemiyorsak, aynı payeyi dile vermeye de o derece karşıyız. Milli hayat kendisine lazım olan aleti maddi sahada da, manevi sahada da yaratır, fakat aletin esiri olmamalıdır.”  O’na göre “Millet, sinesindeki her türlü farklara rağmen manevi vahdet bağını teşkil edecek milli dil, bir olay değil bir idealdir. Milli ülkünün ehemmiyetli fakat hususi sahada aldığı bir şekildir. Bundan dolayı milli dil milliyet prensibinin, milliyet ülküsünün yaratıcısı değil, yaradılanı; hükmedeni değil, hükümedilenidir.” Mehmet İzzet’e göre, ırk, dil veya toprak ve diğer özellikler ayrı ayrı milletin özelliği olmadığı gibi, bunların toplanmasından da bir millet meydana gelmez."[2] 
Durkheim'in sosyolojik determinizminden etkilenen Ziya Gökalp için milliyet Türkçülük merkezine gitmek için yardımcı bir vasıtadır. Durkheim'e şüpheyle bakan Mehmed İzzet için ise Milliyet bir vasıta değil bir ideal bir ülküdür.  Onun deyişi ile “Milliyet duygusu dini bir bağdır, bir imandır. Fakat her iman, milli iman değildir.” “Milli olan ülkümüzle ve kültürümüzle iftihar edebilmek için ona beşeri bir kıymet vermeye mecburuz.” “Fert için doğru bildiğimiz, milletler için de doğrudur. Milletler de ancak kendilerinden daha geniş bir manzumenin bağları arasında hürriyetlerini idrak edebilir, tahakkuk ettirebilir.”[3]
Ancak, Ziya Gökalp son tahlilde Türkçülüğü “Türkçülük, Türk Milletini Yükseltmektir.” demektedir. [4] Bu çerçevede bakıldığında Mehmed İzzet Bey ile Ziya Gökalp arasında pek de bir fark yok gibidir.
 
Ne yazık ki, 39 yaşındaki bu kıymetli münevveri, tedavisi için gittiği Berlin'de Lösemi hastalığı sebebiyle kaybettik.


[1] Yrd. Doç. Dr. Hakkı Kızıloluk Ülkemizde Sosyolojinin Tanınmasında ve Gelişmesinde Katkıları Olan Bir Düşünür: Mehmet İzzet, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 9, Sayı 2, 2008
[2] Yard. Doç.Dr. Levent Bayraktar, Mehmet İzzet Düşüncesinde İnsaniyete Açılan Bir Pencere: Milliyet, Uluslar arası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt:4 Sayı:1 Yıl:2007 
[3] Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat (ilk yayın 1923) İstanbul-1981
[4] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Kamer Yayınları İstanbul-1996 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is