“Kağıthane sırtlarında beliren fecri-kâzibe, Ali’nin kalkması
gereken saati işaret ediyordu. Annesi, Ali’yi sevgi ve muhabbetle uyandırdı. Kızarmış ekmek kokan odada semaver ne güzel
kaynardı. Ali semaveri, içinde ne
ıstırap, ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. Onda, yalnız koku,
buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi.”
Sait Faik Abasıyanık’ın, öyküsüne de adını veren Semaver, sadece
çay içmeyi değil, bir töreni ifade eder.
Semaver, zaman kaygısı olmaksızın, kalabalık
bir ortamda bol muhabbeti gerektirir. Semaverin etrafında toplananlar muhakkak
bir uzlaşı ile bir araya gelmiştir. Aykırıların bu zenginliğin içinde bulunması
söz konusu bile değildir.
Bu özellikleri ile semaver, çaydanlığı yener ...
Çay bitkisi öncelikle Çin’de yetiştirilmiş, daha
sonra Japonya, Moğolistan üzerinden Araplara kadar ulaşmıştır. Bu yayılma bir
anda olmamış, yaklaşık 3000 yıl sürmüştür.
Takvimler 1618’i gösterdiğinde, Moskova’daki Çin Elçiliği
Çarlığa çay hediye eder.
Doğudan batıya 3000 yılda giden çay bitkisi Rusya’da yaklaşık
100 yıl içinde en popüler sıcak içecek halini alır. Ama uzak diyarlardan gelen
bu buruk tat, sadece zenginlerin damağını süsler.
Çayın yaygınlaşması ile içim teknikleri gelişir. Önceleri çay
özel tabaklardan içilirken, zamanla fincan kullanılmaya başlandı. Sade içiliyordu, tatlandırmak için bal ilave edildi.
Doğal olarak içim yöntemleri gibi pişirme yöntemleri de
gelişti ve birçok yeniliği beraberinde getirdi.
Bir kazan ve demlikten oluşan,
odun parçaları ve kozalak ile ısıtılan, 18. yüzyılda Urallar bölgesinde icat
edilen ve Tula Bölgesinde geliştirilen bu aygıta Rusçadaki samo ve varit
kelimelerinden türeyen, "kendi kendine kaynayan" anlamına gelen Samavor dendi.
Çayın yaygınlaşmasıyla Rusya’da binlerce irili ufaklı semaver
üreticisi ortaya çıktı. Semaverler çeşitlendi, herkese ve her keseye uygun üretildi.
Bakırdan, altından yapılanlar, değerli taşlarla süslenenler görüldü.
Peki biz Türkler nasıl tanıştık çayla ve semaverle?
Çayla
tanışmamız doğal olarak Orta Asya’da gerçekleşti.
Mehmet Fuad Köprülüye göre[1]
çayı ilk içen Türk, Hoca Ahmet Yesevi’dir. Abdül’l Kayyum Nasırî’nin Fevakihü’l Cülesa adlı eserinde, Hoca Ahmet Yesevi’nin
misafir olduğu Türkmen komşusunun evinde ilk kez içtiği sıcak çayın sıhhatine
faydası dokunması üzerine, bu içeceğin şifa niyetine içilmesi için dua ettiği söylenmektedir.[2]
Gelelim semaverin Anadolu’daki macerasına.
Anlatıldığına
göre, Erzurum’da 1895’de yaşanan kolera salgınında, hastalıktan
kurtulmak için bölgenin valisi, şehrin kavşak noktalarına koydurduğu dev
kazanlarda demlettiği çayı halka içirerek mikropların ölmesini sağlamayı amaçlar.
Bu belki de ilk kamusal semaver uygulaması olacaktır.
Ancak semaverin Anadolu ile tanışıklığı, Tatarların, başta
Samsun ve Havza bölgelerine yaptıkları göçlerle olacak ve muhabbetin, sevginin
ve ritüelin simgesi haline gelecektir.
Tüm bunlara rağmen Sait Faik Abasıyanık’ın Semaver’i mutlu
sonla noktalanmaz.
“Bir sabah daha Ali uyanmadan, semaverin başında, üzerine
fenalık gelmiş, yakın sandalyeye çöküvermiş. Çöküş o çöküş.”
Ali annesinin
kaybı üzerine, gözünden bir damla yaş gelmeden evin boş odalarında günlerce
dolaştı. Ağlamak iyi gelecekti ama bir türlü ağlayamıyordu. "Ta ki bir
sabah yemek odasında karşı karşıya gelene kadar. O yemek masasında sakin ve parlak duruyordu.
Kulplarından tutup onu kaldırmaya çalışırken gözyaşları yağmur gibi boşaldı.
Semaver o evde bir daha kaynamadı.”
Meğer semaverin sermayesi de sevgiymiş…
Yorumlar
Yorum Gönder