Ana içeriğe atla

FÜTÜVVET KAVRAMI



Gör zahidi kim sahib-i irşat
olayın der,
Dün mektebe vardı, bugün üstad olayın der!
-Bağdatlı Ruhi-
  
A bove ante, ab asino retro, a stulto undique caveto
(Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her tarafında hazırlıklı ol)



FÜTÜVVET KAVRAMI


Ortaçağ kurumları ve sosyo-kültürel yapıya dair sürdürülen çalışmalar sırasında üzerinde durulması gereken noktalardan biri araştırma konusunu oluşturan kurumların gelişim sürecinde etkili olan unsurların ve etkileşim içinde bulundukları kültürel çevrenin belirlenebilmesidir.


Bu gerçekten hareket edildiğinde ortaçağ Anadolu’sunun sosyo-ekonomik yapısı içinde güçlü bir konuma sahip olan Ahiliğin tarihsel alt yapısının ortaya konması konuya açıklık kazandırmak açısından önem taşımaktadır. [1]


Batıda rasyonelliğin gelişimini ve bu gelişimin dini ve sosyo-ekonomik unsurlarını açıklamaya çalışan Weber’e göre; bir dinin vazettiği değerler kadar, o dinin tarih içerisinde temel taşıyıcısı olan toplumsal gruplar, başta “iktisat ahlakı” olmak üzere, o dinin temel gelişiminin şekillenişinde ve diğer toplumlara yayılmasında etkilidir.


Yine Weber’e göre; İslam dünyasında “ifratçı ve tefekkürcü (contemplative) sufizm ve derviş dindarlığı” diğer toplumsal tabakalarla karşılaştırıldığında, en derin ve güçlü biçimde esnaf ve tüccar gibi şehirli gruplar arasında yer etmiştir. Ona göre; bu Müslüman küçük burjuvazi toplulukları (kardeşlik örgütleri), “Hıristiyan Tertiarian’larla” benzerdir. Fakat, “Hıristiyan muadilleri”nden daha gelişmişlerdir.[2]


Ancak, Weber’in çok da üzerinde durmadığı bir konu vardı ki, işte bu kardeşlik örgütlerini bir araya getiren ve onların devamlılığını sağlayan dünyevi ve uhrevî güçler. Bunlardan en önemlisi hiç şüphe yok ki “Fütüvvet” kavramı ile ifade edilmektedir.


Bir sosyal kahramanlık arketipi olan fütüvvet, tasavvuf erbabı tarafından genellikle insanlık tarihinin başlangıcına kadar geri götürülür.


İlk insan olan Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk feta olduğu; ondan itibaren de yüce şahsiyetler olan Peygamberlerle devam ettiği, fütüvvet geleneğinin prensiplerini konu alan fütüvvetnamelerin başlangıç bölümlerinde ortaya konur.[3]


Es- Sülemî, fütüvvet kavramını, İslam tarihinde yer alan ahlak ve cesaret rol modelleri üzerinden verdiği örneklerle şöyle somutlaştırır:   “Fütüvvet davetine ilk koşanların mürüvvet, ahlâk ve şerefini koruyanların ilki Âdem’dir ki, ismi irade mahallinde sabit, cismi haşmet evinde sakin, nurlarla ve masumluklarla desteklenmiş, kerâmet tacıyla taçlanmış, selamet evine girmiştir. Fütüvveti Kabil koyunca Habil kabul etti. Şît, onun hakkını yerine getirdi, onu her türlü çirkin şeylerden korudu, İdris’de onunla yüksek mekana çıkartıldı, İblis’in tuzağından kurtarıldı. Fütüvvet sevgisi ile Nuh çok inledi ve üzerinde fütüvvetin nûru parladı. Âd onunla isimlendirildi, kibre dönmedi, fütüvvet ile Hûd, ahitlere güzel vefa gösterdi, fütüvvetle Salih kötülüklerden kurtuldu,  İbrahim Hâlil, fütüvvetle nâm alıp putların ve heykellerin başlarını kırdı. Fütüvvetle, İsmâil yüce Padişah’ın emrine kurban oldu, fütüvvetle, Lût inişi olmayan yüce mâkama çıktı, fütüvvetle, İshak’da buluşma gününe kadar (ibadetle) kaim oldu, Yakup (fütüvvet) sebeplerine yapıştı, fütüvvetle Eyyub’un hastalığı açıldı.Fütüvvetle doğru Yusuf, yolların en güzelinde yürüdü, onunla her zaman başarıya ulaştı… Fütüvvetle, Hz. Muhammed’e (s.a.v) açık fetih verildi, iki kardeş (Ebubekir-Ömer)‘i ve amcası oğlu Ali’yi fütüvvet emini yaptı”.[4]    


Fütüvvet, Adem gibi özür dilemek, Nuh gibi iyi olmak, İsmail gibi dürüst olmak, Musa gibi ihlaslı olmak, Eyyub gibi sabırlı olmak, Davûd gibi cömert olmak, Muhammed gibi merhametli olmak, Ebubekir gibi hamiyetli olmak, Ömer gibi adaletli olmak, Osman gibi hayâlı olmak, Ali gibi bilgili olmaktır.”[5]


Seyyit Şerif Cürcani Curcani’nin Tasavvuf terimlerini açıklayan “Ta-rifat” adlı eserinde ise  “fütüvvet”; “halkı, dünya ve ahrette kendi nefsine yeğ görmektir” şeklinde tanımlanmıştır.[6]  


Bu kavramı tanımlama gayretinde olan pek çok tarihçi ve araştırmacı ile karşılaşmaktayız. Birçoğunun verdiği tanımlar konusunda herhangi bir tereddüt yaşanmamaktadır. Ancak bu kadar çok tanımın içinde bize daha yakın gelen bir kaçını bulmak mümkün. Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ’ın bir çalışmasında söz ettiği gibi[7] fütüvvet, genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak demektir.


Genel olarak cesaret, yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet, tasavvuf çevrelerinde diğergâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. [8]


Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY’ın bir tanımından da bahsetmek gerektiğini düşünüyorum.[9] “Fütüvvet, kişinin herkese yardım etmesi, haksızlığı önlemesi, kişinin ayıbını görmemesi, kötü söylememesi, mala, cana onura el ve dil uzatmaması olarak tanımlanmaktadır.”


İmam Kuşeyri, kendi adı ile anılan “Kuşeyri Risalesi”ndeki fütüvvet bölümünde “Onlar, Rablarına iman etmiş gençler (fetalar) idiler. Biz onların doğru yolda gitme yeteneklerini arttırdık.” demektedir.[10]     


Bu kavramın toplumsal yaşamda yer bulması uzun süre öncesine dayanmaktadır.  İslâm öncesi dönemde Araplarda fetâ ve fütüvvet adıyla bir teşkîlattan bahsedilir.


Tasavvuf erbâbı Kur’an’da geçen “fetâ” (ç. fityân) kelimesini fütüvvetin esası sayar. Kur’an-ı Kerîm’de fetâ, fitye ve fityân kelimeleri gerek lügat mânâsına gerekse daha sonraki ıstılâhî mânâsına uygun olarak İbrâhim ve Yûsuf ile Mûsâ’nın yanındaki genç (muhtemelen Yûşâ) için kullanılmıştır.[11] Buradan anlaşılması gereken hususun fütüvvet ehlinin “fetâ” olarak tanımlandığıdır.


Fütüvvet kavramı hakkında bizlere yol gösteren bir önemli çalışmada Nakkaş Ahmed’in “Fütüvvet Hutbesi”dir[12]. Bu hutbede Kur’an-ı Kerim’in İsrâ Suresi’nin 32.ayetinden 39.ayetinin sonuna kadar okunmaktadır. Bu âyetlerde verilen mesajı aşağıdaki şekilde ifade etmek mümkündür:


“Zinaya yaklaşmayın, zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur. Haklı bir sebep olmadıkça Allahın haram kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün. Ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşmeyin. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşmayın, çünkü sen ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Bütün bu fena şeyler , Rabbinin yanında da çirkindir. İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme, sonra kınanmış ve (Allah’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak Cehenneme atılırsın.”     


Birçok kaynak Kur’an’daki îsâr âyetinin fütüvvetin esasını teşkil ettiğinden bahsetmektedir. Bu nedenle “Îsâr” kavramından da bahsetmek gerekmektedir. “Daha önceden (Medine’yi) yurt edinen ve gönüllerine îmânı yerlestirenler, hicret edenleri severler ve onlara verilen seylerden dolayı bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile kardeslerini nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrilik ve pintilik tutkularından korunursa, iste onlar, felaha erenlerdir.”[13]


Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme anlamında kullanılan “Îsâr” terimi, bir kimsenin kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkanları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakarlıkta bulunmasıdır.


Kişinin malının yarısını vermesi sehâvet, yarıdan çoğunu vermesi cûd, imkanlarının tamamını vermesi ise îsâr olarak isimlendirilmiştir.


Îsâr, din kardeşliğinin en ileri derecesidir. Îsâr, mal ile olabildiği gibi can ile de olabilir. Kişinin kendi rahat ve huzurunu, hayatını başkaları için feda etmesi de bir çeşit îsârdır.[14]


Nitekim Ebû Talha, Uhud savaşında kendi vücudunu Hz. Peygambere siper etmiş ve ona kalkan yapmıştı. Îsâr, başkasını kendine tercih etme, dinî hazları, dünyevî zevklerin önüne geçirme demektir. Bu ise yakînî bir iman gücü, sevgi coşkusu ve sıkıntılara sabretmekle kazanılır.[15]


Bir diğer önemli kavram ise uhuvvet’tir. Kardeşlik anlamında bir kavram olan uhuvvet, cahiliyle döneminde var olan feta/yiğit tipinin, İslam tasavvufunun gelişmesiyle sûfîlikle özdeşleşmiş, daha sonra esnaf kesimiyle kurumlaşarak âhîlik haline gelmiştir.


Uhuvvet, Kur'ân'ın ısrarla üzerinde durduğu ve sistemleştirdiği bir kavramdır.


Erkek ve kız kardeş anlamına gelen “ah-uht” kelimeleri onlarca ayette geçer. Sözlükte 'ah' kelimesi istemek anlamına olup kardeş kardeşiyle aynı maksat ve gayeyi istediği için ona bu isim verilmiştir.[16]


Kur'ân'da geçen bu kelimeler, nesep bağıyla kardeşlik için kullanıldığı gibi; akrabalık, soydaşlık ve din bağıyla kardeşlik için de kullanılmıştır.[17]


Bir örnek olarak, pek çok Peygamber, kavimlerinin kardeşi olarak takdim edilmiştir. (Bkz. 7/65, 73, 85; 11/50, 61, 84; 26/106, 124, 142, 161; 27/45, 29/36) Yine din kardeşliği için de bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz.  (2/178, 220; 3/103; 9/11; 15/47; 33/5 İhvânüküm fi'd-dîn; 49/10, 12; 59/10)


Uhuvvet ruhunun temelini oluşturan ayetler şunlardır:


"Ey iman edenler! Hepiniz toptan, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz. (3/103)


"Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nail olasınız." (49/10)


Günün birinde bir adam Peygamber (s.a.)’e geldi ve: “Ben açım” dedi. Allah Rasûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. O da: “Seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan baska bir sey yok” dedi. Hz. Peygamber bir başka hanımından yiyecek bir seyler istedi, o da aynı cevabı verdi. Daha sonra ashâbına dönerek: “Bu gece bu sahsı kim misâfir etmek ister” diye sordu. Ensâr’dan biri: “Ben misâfir ederim” diyerek alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına: “Rasûlullâh’ın misâfirini ağırla” dedi. Hanımı: “Sadece çocukların yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî: “Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lambayı söndür. Sofrada yiyormuş gibi yaparız” dedi. Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu, ev sahibi de aç yattı. Sabahleyin bu sahâbî Peygamber’in yanına gitti. Onu gören Hz. Peygamber: “Bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ memnun oldu” buyurdu.[18]


Bir gün bir fakir gelir,  Hz. Peygamber ona bir şeyler verilmesini istedi. Hz. Ali kalktı, bir dînar, beş dirhem ve bir kap yemek getirdi. Hz. Peygamber sorunca dedi ki: “Önce bir parça yemek vermeyi düşünmüştüm. Ardından hatırıma beş dirhem geldi, giderken bir dînarım var onu da vereyim dedim. İçimden geçeni vermemezlik edemezdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): “Ali’den baska yiğit (fetâ); zülfikârdan baska kılıç yoktur[19] buyurdu.


Fütüvvet anlayışının ilk olarak Hasan Basrî (ö.110/728) ile Irak'ta, Fudayl b. İyad (Ö.187/803) ile Kûfe'de, Ebû Hafs Haddâd (ö.260/873) ile de Horasan'da kendisini gösterdiğini öne sürenler bulunmaktadır. İbn Sa'd'ın Tabakât'ında Ey-yûb b. Ebî Temime (ö. 131/748)'den naklen Hasan Basrî'den "Seyyidü'l-Fityân" diye bahsetmesi o dönemde Hasan Basrî'nin önderliğinde bir fütüvvet teşkilatının varlığını, İbn Mi'mar'ın da Fudayl b. İyad'dan "Şeyhu'l-Fityân" diye bahsetmesi, onun da bir fütüvvet grubunun önderi olduğunu ortaya koymaktadır.[20]


Hasan Basri’den itibaren son dönem sufilerin görüşlerine baktığımızda, fütüvvet terimi ile insanlıkta kemali ve Cenab-ı Hakk’a yakın olmayı amaçladıklarını görürüz.


İnsani fütüvvet ortalama bir bireyin öz nitelikleri ulaşabileceği, kişisel gayretleri ile elde edebileceği asalet, yüksek insanlık ve cömertliğe delâlet eden sıfat ve niteliklerin toplamıdır. Bu nitelikler “uluvv-i cenab” (generosite) denilen temiz bir karakterden doğar. İşte bu dereceye yükselen kimse fütüvvete yani; bütün varlıkları kendi nefsine tercih eden, bütün insanlara merhamet eden bir kereme sahip olup el, dil, kalp, servet, ilim ve kelâm ile –başka ne şekilde yapıyorsa o şekilde- insanlara hizmet eder.


Fütüvvetin, âlicenaplıktan kaynaklanan kerem ve cömertlik ile tanımlanmasında önemli bir gerekçe vardır. Fütüvvet ücret ve maaş karşılığı yapılan görevin ötesinde bir ziyade ve fazlalığa tekabül eder.


Buna göre sözünde durup, ücreti karşılığı görevlerini ifa eden bir kimse, sadece haysiyet sahibi, doğru dürüst bir kişidir. Fakat, henüz fütüvvet ehli değildir. Çünkü fütüvvet, vazifeden önce değil sonradır ve bir malı veya çok değerli şeyi, hiçbir karşılık beklemeden feda etme anlamına gelir.


Ama zorunlu ve resmi yapması gerekeni yapmayıp, ailesi veya resmi görev için harcaması gereken vakit ve parayı saçıp savuranlar da fütüvvet erbabı değildir. Yine, meşru olmayan yollarla kazanılmış mal veya parayı cömertlik gösterisi için sarf etmek de fütüvvet değildir. Ayrıca fütüvvet medeni cesaret ve kalbi ve gönülleri cesur olanlarda ortaya çıkar, zira onlar, acı gerçeği zalim ve diktatörlerin yüzlerine haykırırlar.[21]      


Geleneksel İslam dünyasında, özellikle de Orta Doğu şehirlerinde kendilerine ayyarun, şuttarun adı verilen ve kendilerini Fütüvvet idealleri ve değerleri ile ilişkilendiren değişik örgütlerin Emeviler ve Abbasiler döneminde var olduğu bilinmektedir. Benzer şekilde esnaf örgütlerinin ve bu örgütlerin devlet tarafından kontrol ve denetiminin, Emevi hanedanlığı döneminde başladığını, ancak Abbasiler döneminde, iktidarın esnaf örgütlerinin artışı kontrol etmek ve özellikle de bu esnaf teşkilatlarının Abbasi iktidarına karşı örgütlenmiş gizli batini hareketlerle olan işbirliğini kırmak için esnaf kesimlerinin ve fütüvvet hareketlerinin kendi çatısı altında, (özellikle Nasır li-Dinillah (1180-1220) zamanında) yeniden örgütlendiğini ve fütüvvet değerlerinin yeniden formüle edildiği düşünülmektedir.[22]


Bazı kaynaklar, özellikle eski İran mistik kültürünün ocağı sayılabilecek Horasan bölgesinde Milâdı IX. Yüzyılda Hamdun Kasâr ve Ebû Hafs Haddâd gibi öncü sûfileri ortaya çıkaran ve daha sonraki dönemlerde Orta Asya ve Orta Doğu'da bir çok sûfî teşekkülünü etkileyecek olan Melâmetiyye cereyanının fütüvvetle de iç içe geçtiğini, bu Melametî sûfîlerin hem ehl-i fütüvvet hem de esnaf tabakasına mensup olduklarına dikkat edilmesi gerektiği ifade edilmektedir.[23]


Emevîler döneminin ortalarına doğru oluşan bu fîtyân gruplarının bilhassa eski İran kültürünün hakim olduğu Irak ve İran topraklarında, şehirde yaşayan topluluklar arasında yaygın olması, Miladî IX. Asırda belirgin bir şekilde tarih sahnesinde görülen süfilik ile fütüvvetin iç içe girişi, ikisinin de aynı ortak sosyal tabakadan kaynaklanmasından ileri gelmektedir. Bu temas sonucunda, fütüvvet kurumunda da sûfî nitelikler gittikçe ağır basmaya başlamış ve tasavvuftakine benzer bir kurumlaşma süreci onda da kendini göstermiştir. Tasavvufî kaynaklarda VIII. Yüzyıldan itibaren bir çok önde gelen sûfînin fütüvvet kavramını tasavvufi bir terim olarak kullanmaya başladıkları kaydedilir.[24]


Gerek Horasan'da gerekse Irak'ta "fetâ" diye isimlendirilen ve en belirgin vasıfları, cömertlik, yiğitlik, kahramanlık, fedâkârlık olan kişilere büyük ilgi duyulması ve Kur'ân-ı Kerîm'de de fetâ (fitye, feteyât) diye isimlendirilmesi, bu sıfatın dinî bir anlam taşıması yanında bir takdir iradesi olması, sûfîlerin bu kavrama bir tasavvufî anlam yüklemelerine sebep olmuştur. Onlar fetânın sahip olduğu bu yüksek ahlaki değerlere bir sûfînin de sahip olması gerekir inancıyla "fetâ"yı sûfî, "fütüvvet"i de tasavvuf olarak nitelemişlerdir.[25]


Elbette, fütüvvet kavramını açıklarken, 10. yüzyılda ortaya çıkan “Îhvan us-Safa” topluluğunu da anmak gerekmektedir. Din ile bilim ve sanatı uzlaştırmaya çalışan bu kuruluş karşılıklı yardım ve eğitim yolu ile temiz amellerle ölümsüz ruhun kuruluşuna yardım ederek toplumda ferahlık yaratmak istiyordu. Basra’da ortaya çıkan ve eski Yunan öğretim ve eğitim felsefesi dahilinde eğitim veren bu kuruluşta,  matematik, mantık, astronomi vb. konularda dersler işlenmekteydi.[26]     


Bu çerçevede, çeşitli gereklilikler sebebiyle bir araya gelen ancak kurumsal bağları yaygın olmayan fetalar, ahlaki ve pedagojik kuruluşların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. 11. yüzyıla kadar bireysel gayretlerle sürdürülmekte olan bu kurumsal yapı, Âbbasî halifesi Nâsır Lidinillah tarafından benimsendi ve ele alındı.[27]


Fütüvvet, her şeyden önce genç işçileri başıboş şehir kabadayılarını sosyal – etik kurallar yoluyla terbiye etmeye çalışıyor, bu kuralları ilami ve sûfî müeyyidelerle güçlendiriyordu. Fütüvvet işsizliği, başıboşluğu reddeder, ustaya mutlak itaat, iş disiplini ve kanaatkarlık gerektirmekteydi.[28]


Böylece 11. yüzyıla dek İslam ülkelerinde güvenin ve düzenin yerleştirilmesini kendilerine görev bilen ahlaklı kişilerin yaygınlaştırmaya çalıştıkları fütüvvet kuralları kurumsal bir yapı kazanmış olacaktır. [29]


Zümrüt adlı bir Türk anadan doğan Halife Nâsır Abbasi halifesi en-Nâsır, fütüvveti bir düzene sokup kendi şahsı etrafında toplamakta bir kaç amacı vardı. Bunlardan ilki sosyal bir amaç olan “bir arada olma” gayreti idi. İslam dinini savunan bütün cereyanları ve düşünce akımlarını kendi bayrağı altında toplamaktı.


Ancak daha da önemlisi, kendi egemenlik alanı içinde yaşadığı sıkıntılı gelişmeler de onu bu kararı almaya itti.[30]   


Nâsır, tüm İslam dünyasında bilinen ve kabul gören fütüvveti düzenlemek, başkanlığını ele alarak politik durumunu güçlendirmek istiyordu. Önce, fütüvvet kurallarını bir tüzükte derleyip bir örgüt kurarak ülkenin gençlerini, ileri gelen kişilerini, yurt içindeki ve dışındaki yöneticileri, devlet adamlarını bu örgüte sokmak istedi.


Bu işi yapabilecek en önemli güç ise elinin altındaydı. Çağın büyük mistik bilgini Şahabüddin Ebu Hafs Ömer el Suhraverdi fütüvvet konusu ile ilgiliydi. Suhraverdi, bir mutasavvıfın nasıl olması gerektiğini, nasıl davranmak zorunda olduğunu, “Avarifel-Maafir” adlı eserinde yazmış ve bu eseri Nâsır’a sunmuştu.  Suhraverdi, çağın en önemli mutasavvıfı sayılıyor ve tasavvuf yoluna girmek isteyenler tasavvuf hırkasını onun elinden giyiyorlardı.


Bu konuda Kemal TAHİR, Abbasi Halifesinin bütün askeri ve sivil teşkilatı Halife’nin şahsına bağlamak ve böylece hilafetin gücünü geri getirmek olduğunu ifade etmektedir.[31]


Suhraverdi, Nâsır tarafından bir fütüvvetname yazmakla ilgli olarak görevlendirilir. Suhraverdi Şafiî mezhebine dahildi. Bu nedenle Suhraverdi fütüvvetnamesine hem tasavvuf hem imamiye akidelerini almıştır. Bu bilinçli bir uygulamadır. Böylece hem sûfileri hemde şia koluna bağlı topluluğu fütüvvet ülküsünde ve daha da önemlisi halife başkanlığı altında birleştirmiş olacaktı.[32]     


Suhraverdi’nin bu konuda çok çalışmasına gerek olmadığı aşikârdı. Hali hazırda yazdığı “Avarif el-Maarif” adlı eserin içinde birçok fütüvvet kuralı yer almaktaydı.   Suhraverdi bu çerçevede ilk fütüvvetnameyi tamamladı. “İdalet el-İyan Alelburhan” adlı eseri ilk resmi fütüvvetname olarak kayıtlarda yer almaktadır. 


Nâsır, 578 (1182) yılında, Bağdad fütüvvetinin büyük şeyhi Abd al –Cabbar adlı bir şeyh elinden fütüvvet giysisi giymiş ve fütüvvet kadehinden içerek fütüvvete girmiştir. O zaman fütüvvet çeşitli şekillerde halk arasında yaygındı. Belli başlı beş grup sayılabiliyordu. Halife en-Nasır basit ve sade bir fütüvvet üyesi olmak istemedi. Diğer alanlarda olduğu gibi, bu alanda da Bağdada fütüvvetin başkenti olması için bir gayret gösterdi. Böylece fütüvveti birleştirmek, düzene koymak ve ona bir çerçeve kazandırmak için çalıştı. Bunun için yöneticilerin din topluluklarının; asker ve idarecilerin bir sosyal eğitim ve beraberlik unsuru, dinamiği haline gelmesini istedi. En-Nâsır, simgesel olarak da bir birliktelik yaratmak için  çalıştı. Çeşitli hükümdarlara gönderdiği ve fütüvvet simgesi olan şalvarlar 1207 tarihinden önce yapılmıştır.[33] 


Halife’nin fütüvvet teşkilatına katılması, fütüvvet grupları ve kardeşlik örgütleri, tasavvuf ve sufi tarikatlar arasında önceleri yüzeysel olarak var olan ilişkinin güçlenmesine neden olmuştur.[34]


Fütüvvet teşkilatıyla şehir fityânını ve genç işçi kitlelerini devlet disiplini altında örgütleme ve devletin kontrolünde bir çeşit milis kuvveti haline getirme işine Nâsir Lidinillah ön ayak olmuştur. Özellikle Bağdat’ta yerleşik sûfî şeyhler onun en önemli yardımcısı olmuşlardır.[35]


Sûfîlerin fütüvvete dair sözlerini kitaba aktaran ilk sûfî olarak Ebû Abdurrahman es-Sülemî kabul edilir. Telif etmiş olduğu "Kiâbu'l-Fütüvvet" isimli risalesinde fütüvvete dair; adâb, ahlâk ve nitelikleri, aynı zamanda bir sûfîde bulunması gereken özellikler olarak, çağdaşı bulunan ve kendisinden önce bu konuda söz söylemiş olan sûfîlerin sözleriyle birlikte nakletmektedir.[36]


Sülemî'nin eserinden sonra her ne kadar tarihi bir kronoloji takip edildiğinde Kuşeyrî'nin er-Risâle’si gelse de, Abdullah Ensârî'nin "Kitâbu'l-Fütüvvet"inin fütüvvete dâir muhteva ve malûmat bakımından Kuşeyrî'nin "er-Risâle"sinde verdiği malûmâtdan daha zengin ve daha dikkat çekici olduğu görülür.[37]


Fütüvvet ile sufilik arasında da ilişki kurmak mümkündür. Fütüvvet kavramı, İslami ve tasavvufi bir kavramdır. İran’da civanmertlik, batıda şövalyelik, eski Türlerde akılık ve alplık ülküsü iken, İslâmiyet’le birlikte yeni bir anlam kazanarak “gazilik” ülküsüne dönüşmüştür. [38]   


Ayyarların, sufilerin, ve dervişlerin sıfatı olarak gösterilen “civanmert” terimi ile de ifade bulan ve genel anlamda bir sosyal sınıfın ahlakî esaslarını belirleyen fütüvvetçilik; tasavvuf kurumu gibi, İslamiyetin yayılışı ile başlamış ve belki mutasavvıfların daha güçlü bulunduğu İslami ilimlerle donanmış olmayarak, yalnız İslam dininin asgari şartlarına uyan, tasavvuf erbabının  dünya malına ve zevklerine karşı ilgili görünmeyişlerine karşın bunlar, işleriyle güçleriyle uğraşan, cömert, din düşmanlarına karşı savaşçı kişiler olarak, sufilerle aynı düşüncede, onların yol ve törelerine paralel ve onlarca desteklenen kişilerin oluşturduğu bir kurum gibi görülmektedir. [39]   


Fütüvvet felsefesinde Hz. Ali’nin “Zülfikar” isimli kılıcının da önemli bir yeri vardır. Bu anlayışta, Zülfikar, doğruluğun, ve adaletin simgesi olmuştur. Bektaşi inancına göre, bu kılıç Hz. Ali’ye  Hz. Muhammed tarafından adaleti tesis etmesi için verilmiştir. [40]


Özellikle Halifelerin fütüvvet teşkilatına katılması, özel bir merasim ile gerçekleştirilirdi. Bu merasimde bağlılık yemini (Suhreverdi’de ‘ahd Türklerde and) kemer kuşanma  ve fütüvvet libâsını (üniformasını) giyme  fiili, fityanın Sultan ve Halife’ye bağlılığını başka deyimle siyasi otoritenin kontrolü altına girişini ifade ediyordu. Bu merasimdeki ayrıntılar ise (saç kesme, tuzlu su içirme, kemer kuşatma) Avrupalı tarihçilere göre, birçok batı dünyasındaki feodal merasimdeki ayrıntılara benzerlik gösterdiği ifade edilmektedir.[41]


Bizler, İbn-i Bibi vasıtasıyla, Anadolu sarayında da fütüvvetin bulunduğunu öğreniyoruz. Anadolu Selçukluları Sultanı İzzeddin Keykavus’un (1211-1220) isteği üzerine, Halife Nasır'dan 611/1214 yılında fütüvvet giysisini (libasını) aldığı, kayıtlarda yer almaktadır. Bu sultanın halefi olan Alaâddin Keykubad’da (616-634/1219-1236) Halife en-Nâsır'ın din işlerinde rehberi olan, Ebu Hafs Ömer Es-Suhreverdi'yi Konya'da elçi olarak karşılamış ve fütüvvet esasları dahilinde, gerekli törenleri yaparak kabul etmiştir.[42]


Böylece fütüvvetin, bizim ilgi alanımızı oluşturan tarihte Anadolu coğrafyasına nasıl yerleştiği açıklanmaktadır.


Halife Nasır'ın 45 yıllık uzun Halifeliği döneminde kurumsal bir kimlik kazanan fütüvvet teşkilatı, Türk milletinin güzel huyları ve konukseverliği ile birleşince farklı bir kimlik ile karşımıza çıkmıştır: “Ahilik”. 


İyi ahlakın, konukseverliğin, sanatın uyumlu bir bütünü olan ahilik, fütüvvetçilikten ayrı bir özellik içermektedir.   


Arap aleminde fütüvvet teşkilatından çok uzun bir süre istifade edilmeye çalışılsa da, toplumun iyi özellikler geliştirmesi etkin bir yapı sergilemesi için yeterli olmamıştır. Nasır’ın fetaları hiçbir zaman ahilerin kurduğu birliğe, dayanışmaya sahip olamamışlar, iyilik yapma alışkanlığını benimseyememişlerdir. Onların en önemli yaptıklarının bunduk atma dedikleri, kamış içinde fındık veya küçük taş atmak, sapanla kuş avlamak, ara sıra yapılan törenlerde fütüvvet sembolü olan olan şalvar giymekten öteye gidememiştir. Şalvar giyme adetinin de nomat Türklerin (göçerlerin) icadı olduğunu iddia eden tarihçilerimizin sayısı da azımsanmayacak derecededir. Türklerin bu konudaki yatkınlıklarının bir ifadesi olmak üzere, Gazneli Mahmud’un büyük oğlu Mes’ud’un has nedimliğini yapmış bulunan Unsur el-Maali Keykâvus’un 1081 yılında kendi oğlu için Farsça yazdığı “Nasihâtname” de (daha sonra Kabusname olarak da adlandırıldı) fütüvvet kavramından bahsedilmemesine rağmen, sipahilerin, civanmerdlerin hasletleri ve meziyetleri belirtilmekteydi.[43] 


1944 yılında Orhan Şaik GÖKYAY tarfından hazırlanan Nasihatnamede yer alan bazı başlıkların bizler için bir anlam taşıması gerektiği açıktır.Örneğin;


  • 6.babı hüner arttırmak, güher arttırmaktan yeğ idüğin beyan eder.
  • 10.babı yemek tertibin ve âyin ve erkânın beyan eder.
  • 12.babı konuk gelecek nice ağırlamak gerek ya konukluğa varmağın halin beyan eder.
  • 22.babı emanet saklamağı beyan eder.
  • 33.babı bezirganlık resmin ve âyin beyan eder.
  • 43.babı ekincilik (tarım) ve geri kalan pîşerlerin (sanatların) resmin beyan eder.
  • 44.babı civanmertlik resmin beyan eder. 


Fütüvvetçilerle ilgili olarak,  Ebu Abdurrahman Sulemî’nin Horasan meşayihinden olan ve fütüvvette ileri derecede biri olduğu bilinen Ahmet b. Hadraveyh’in memleketinde, fityanın başkanı, şâtır bir ayyarı davet etmek istediğinde karısı ile konuşmasını nakletmesi kendisinin de fütüvvetle ilgili olduğunu veya çevresinde fütüvvete tabi olan veya ilgi duyan kişiler bulunduğunu ifade eder. [44]


Konuşma şu şekildedir: “Şeyh Abu Abdurrahman Sülemî bana dedi ki,  Ahmet b. Hadraveyh’in karısına şunları söylediğini duydum.


-        Memleketinde Fityanın başkanı olan şâtır bir ayyar’ı davet istiyorum.


-        Karısı: sen, fityan davetinin hakkından gelemezsin.


-        Davet etmeyince olmaz.
-        Davet etmeye karar verdinse koyunları, inekleri eşekleri keser, adamın kapısından kendi kapına kadar saçarsın.


-        Koyunları, inekleri anladım da eşekler ne olacak?
-        Sen evine fityan çağırıyorsun, mahallenin köpekleri bundan faydalanmayacak mı? dedi. [45]  


Fütüvvet konusunda halk arasında bir çok hikaye anlatılmaktadır.
Anlatıldığına göre, Şakik el-Behli, Cafer b. Muhammed’e fütüvveti sorar. Hz. Cafer soruya soru ile karşılık verir:


-        Sen ne dersin?


-        Eğer bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.


Bunun üzerine Cafer-i Sadık;


-        Bizim şehirdeki köpekler de böyle yapar.


Şakik sorar:


-        Ey Resûlullah’ın torunu! Peki sizin katınıza fütüvvet nedir?


Cafer cevap verir:


-        Bize verileni tasadduk eder, verilmeyen için şükrederiz. [46]


Elbette burada Türk Fütüvvet geleneğinin başlangıcına en iyi örneklerden biri olan Gökbörü B. Küçük Ali B. Baytekin’den bahsetmemiz gerekecektir.  


Gökbörü B. Küçük Ali B. Baytekin’in yaşamı hakkında Muallim Cevdet şunları ifade etmektedir.


Babası Küçük Ali ismi ile tanınmış Erbil Valisi Zeynüddin’dir. Türkmen asıllı olup Erbil civarında pek çok kentin sahibi idi. Buraları, Musul Hakimi Atabek Kutbuddin Mevdud b. Zengi’nin çocukları arasında paylaştırılmış, ona ise Erbil dışında bir yer kalmamıştı. Rivayete göre çok uzun yaşamıştı. Musul’da herkes tarafında bilinen medrese vb. çok sayıda vakfı mevcuttur. Vefatında sonra yerine oğlu Muzafferüddin Gökbörü geçti. Gökbörü yaşanan sıkıntılar üzerine Selahaddin Eyyübinin hizmetine girdi. Gökbörü (Gök Kurt) daha önce hiç kimse tarafından düşünülmemiş, işitilmemiş bir takım hayır kurumları tesis etmişti. Onun, dünyada sadakadan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu. Hükmü altındaki bölgelerde ve değişik birçok yerde ihtiyaç sahiplerine kantar kantar ekmek dağıtırdı. Pek çok insan ekmek almak için her gün gün ağarırken toplanır ve dağıtılan ekmekleri alırdı. Evinin önünde atından indiği zaman, önünde pek çok insan toplanırdı. O, bunların hepsini içeri alır ve mevsimine göre giysilerle birlikte altın para dağıtırdı. Ancak, asıl önemli eserleri bundan ibaret değildi. Görme özürlü ve sakatlar için huzur evi yaptırmıştı. İhtiyaç sahiplerini buralara yerleştirir ve ihtiyaçlarını günü gününe karşılardı. Dul kadınlar için bir barınak, yetim çocuklar için bir yetimhane, sokakta bulunan kız çocuklar için de bir yurt yaptırmıştı. Kimsesiz bebekler için sütanneleri bulurdu. Gökbörü’nün birde konuk evi vardı. İste fakih, ister fakir kim olursa olsun gelen herkes konuk edilirdi. Konuklara öğle ve akşam yemeği verilirdi. Yola çıkanlara uygun bir nafaka verilirdi. Ayrıca, bir medrese yaptırmış ve burada, Şafii ve Hanefi fakihler istihdam edilirdi. Onun Mekke’de de çok güzel eserleri vardı. Vakfe gecesi için Arafat Dağı’na ilk defa su götüren odur. Orada pek çok hayır yapmış ve su bulamadıklarından sıkıntı çeken hacılar için Arafat Dağı’ndaki su depolarını onartmıştır.[47]


Yüzyılların deneyinden ve süzgecinde geçerek oluşan ve ahlaklı kişilik kuralları halinde formülleştirilen  Fütüvvetnameler, 13. yüzyıldan sonra örgütlenmiş başka toplulukların tüzükleri halinde kullanılmaya başlanmıştır. Başlıca amacı toplumdaki ahlaklı kişi sayısını arttırmak olan fütüvvetnamelerin genel kurallarını alarak kendi özgün kuralları ile birleştirmek ve bunları örneğin bir mesleki tüzük haline getirmek hiç de yadırganmayacak bir yaklaşımdır.[48]  


 


Bununla beraber, başta Bektaşiler, Aleviler, Rufâiler, Melamiler olmak üzere bir çok tarikatın fütüvvetnamelerin genel kurallarından yararlandıklarına dair genel kanı bulunmaktadır.[49] 





[1] Yrd.Doç.Dr. Namık Sinan TURAN, Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunda Ahiliğin Sosyo-Ekonomik Gelişim Süreci


[2] Weber, M. (1958), From Max Weber, (tr. And ed. H. H. Gerth, C. W. Mills), New York: Oxford University Press. S. 269/284 ; Gürsoy Akça, Anzavur Demirpolat Heterodoxy-Orthodoxy Tartışmaları Ve Türk Fütüvvet Teşkilatı (Ahilik) Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi S.204-214


[3] Yrd.Doç.Dr. Şevket YAVUZ,İslamın Tarihe Sosyal Olanla Geri Dönüşü Ya Da Ahiliğin Türk Potasında Form Alışı S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları No:20 S:326


[4] Abdurrahman es-Sülemî, Kitâbü’l-Fütüvve (1977) 22-3  


[5] Süleyman Uludağ, ‘Fütüvvet’, DİA, XIII, 259-261


[6] “Ta’-rifat” Seyyit Şerif Cürcani, (1340-1413) 1318 (1902) İstanbul, fütüvvet maddesi.


[7] 12.06.2009 DERSİAD Fikir Toplantıları Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ


[8] 12.06.2009 DERSİAD Fikir Toplantıları Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ


[9] Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları Konya -1983 Sayfa 207


[10] Prof Dr. Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:3


[11] 12.06.2009 DERSİAD Fikir Toplantıları Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ


[12] Prof. Dr. Ziya KAZICI “Osmanlı’da Yerel Yönetim” Bilge Yayıncılık 2006 S:151-152


[13] el-Hasr, 59/9.


[14] Mustafa Çağrıcı, "Îsâr", DİA, XXII, 490-491


[15] Prof.Dr. Ali AKPINAR Fütüvvet / Ahilik Kurumunda Dini Motifler


[16] Fahrüddîn Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, VIII, 164; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-Mesîr, I, 434.


[17] Prof.Dr. Ali AKPINAR Fütüvvet / Ahilik Kurumunda Dini Motifler


[18] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6; Müslim, Esribe, 172-173; İhyâ u ulûmi’d-din, trc: Ahmed


Serdaroğlu, III, 570. 12.06.2009; DERSİAD Fikir Toplantıları Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ


[19] Abdulbaki GÖLPINARLI “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı İ.Ü. İktisat Fakultesi Mecmuası Cilt:11, Sayfa:6 İstanbul 1949-1950, Buhârî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Neseî, İman, 4983-4984; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 2634; İbn Mâce, Mukaddime, 66; Dârimî, Kitabu’r-Rikak, hadis no: 2743.


[20] Abdullah Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi: "Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi 2/2000


[21] Muallim Cevdet, İslâm Fütüvveti ve Türk Ahiliği – İbn-i Battuta’ya Zeyl, İşaret Yayınları İstanbul 2088, S: 31


[22] Omar, F. (1989) “Guilds in Islamic City During the Abbasid Period,”in Urbanism in Islam Vol.2:197-217.


[23] Ahmet Yaşar Ocak, "Fütüvvet", Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1996, XTII, 261


[24] Abdullah Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi: "Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi 2/2000


[25] Abdullah Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi: "Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi 2/2000


[26] Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları Konya -1983 Sayfa 208-209


[27] Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY “Fütüvvet-Ahi Müessesesinin Menşei Meselesi” A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952, C.1 s.1 58-68


[28] Halil İNALCIK Makaleler –II Doğu Batı Yayınları Ekim 2008 S.90-91


[29] Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları Konya -1983 Sayfa 213


[30] A.g.e Sayfa 214


[31] Kemal TAHİR, NOTLAR, Osmanlılık/Bizans  S. 82


[32] Prof Dr. Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:18-19


[33] Futuwwa, E.İ. 2, fr. c. II, s. 986.


[34] Taeschner, F. (1953) “İslam ortaçağında Futuvva (Fütüvvet teşkilatı)” (çev. S. Yüksel ve F. Işıltan) in anbul Üniversitesi ktisat Fakültesi Mecmuası, Vol.XVI: 3-32.


[35] Halil İNALCIK Makaleler –II Doğu Batı Yayınları Ekim 2008 S.90-91


[36] Sülemî, Kitâbu'i-fütüvve, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 2049, 79b. (Bu eser, "Tasavvufta Fütüvvet" ismiyle Arapça ve Türkçe olarak 1977 yılında Süleyman Ateş tarafından yayınlanmıştır.)


[37] Süleymâniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümü 2049 no'lu mecmua içerisinde 149a-154b varaklan arasında bulunan 13 saayfahk bu risale Nesih olarak yazılmış ve yazısı gayet açıktır. Arapça te'lif edilen risalenin bazı bölümleri de yer yer Farsça yazılmıştır.


[38] Galip DEMİR, Osmanlı Devletinin Kuruluşu ve Ahilik, Ahi Kültürünü Araştırma ve Eğitim Vakfı Yayınları No:10 S. 325


[39] Prof Dr. Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:12


[40] Mustafa KÖKSAL, Ahilik Kültürünün Dünü ve Bugünü, Ankara, 2007


[41]   Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları Konya -1983 Sayfa 217


[42]   Doç.Dr. İsmet KAYAOĞLU, “Halife en-Nâsır’ın fütüvvete girişi ve bir fütüvvet buyrultusu” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt 25 Sayfa 221 


[43] Halil İNALCIK Makaleler –II Doğu Batı Yayınları Ekim 2008 S.217


[44] Prof Dr. Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:8


[45] İmam Kuşeyri, Risalei Kuşeyriye, 1318 Mısır baskısı ss:123; Prof Dr. Neşet ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:8


[46] Er-Risâletü’l Kuşeyriye S.134-136


[47] İbn-i Hallikan, Vefayatü’l A’yan c.1 s.435’den özet.


[48] Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları Konya -1983 Sayfa 219


[49] Abdülbaki GÖLPINARLI, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet teşkilatı ve kaynakları, İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası C XI, No: 1-4 İstanbul, 1949-1950, S.70 ve devamı.  


 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Rind ve Zahid

Ey püser nîstî zi-hestî bih Büt-perestî zi-hod-perestî bih ( 1 ) XVI. yüzyılda yaşamış olan Fuzûlî’yi bilmeyen var mıdır? Bugün, lise edebiyat derslerimizden kalma bilgi lerimizi yokladığımızda aklımızda kalan tortu nedir? Şair, Türk Edebiyatı’nın en büyüklerindendir ancak, edebi lehçesi açısından Azeri Edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak da sayılmaktadır. Dili, yazım tekniği ve benzeri etkileri onu Osmanlı Şiiri’nin önemli bir figürü konumuna da getirmiştir. Gelelim Osmanlı Edebiyatı’nın bir örneği olarak nitelendirebileceğimiz   “Divân Edebiyatı’nın” genel özelliklerine. Her türde olduğu gibi bu edebiyat türü de şekil ve içerik açısından kurallara bağlıdır. Şairler, özellikle şekle tam bağlı kalmışlar içerikte ise yarattıkları farklılıklarla üsluplarını ortaya koymuşlardır. Özellikle içerikte İslam kurallarına ters düştükleri zaman, dindar okuyucudan tepki görmüşlerdir. Bu tepki, başka bir ifadeyle çatışma, rint ve zahit kavramlarıyla karşımıza çık

Sikkelerin Sırrı

  Murat GÜLGÖR, Mayıs 2012 Arapça “tevellu” kelimesinden türeyen "Mevlevî” tarikatına ait ritüeller hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama benim dikkatimi çeken bir çok şekil uygulaması var.  Ne yazık ki bunların büyük çoğunluğuna bir anlam verememekteyim. Elbette bu durum araştırmamı engellemiyor. Bu şekli şartlardan birisi de, dervişlerin bir kısmının sikkelerini kaşlarını örtecek kadar aşağı indirmelerine karşın, kalan kısmının sikkesini hafif yana ve arkaya takmaları ile ilgili. Acaba, bir anlamı var mı? Yoksa dönerken başlarından düşecek gibi mi oluyor? Elbette “sikkede neymiş?” diyenler olacak. Sikke kaynağı itibariyle, “damga”, “alâmet”, “kaide”, “namus” “kanun” ve “güç” anlamında kullanılmakta. Korkarım aklınıza ilk "madeni para" gelmiştir. Sikkenin bir anlamı da Mevlevi dervişlerin kullandığı, keçeden yapılmış silindirik külahtır. [1] Aslında çok da şaşırtıcı değil. Biri dünyevi gücü ifade ederken diğeri manevi gücü simgelemekte.

Kudüs Hz. Ömer Camii

Her yıl olduğu gibi 634 yılının Noel gecesi Hristiyan dünyasında kutlanıyor ve ibadet ediliyordu. Ancak Kudüs Patriği Sophronius'un vaazı her zamankinden daha farklıydı. Vaazda Ecnadeyn bölgesinde yapılan savaş sonucunda oluşan Müslüman fütuhatı uzun uzun anlatılıyor, Filistin'in güneyinin Müslümanlar tarafından fethedilmesi ile Hristiyan cemaat üzerinde oluşabilecek tehlikelere dikkat çekiyordu. Gerçekten de kısa bir süre sonra kuşatma ile karşı karşıya kalan Kudüs, kan dökülmeden teslim olur ve Halife Hz. Ömer Kudüs'e girer. Kudüs’e gelmesinde etkin olan İlya (Kudüs) halkının, diğer Şam şehirleri ile yapılan antlaşmalar gibi cizye ile haraç ödemek ve diğer şehirlerin halkına verilenlerin aynısı karşılığında ondan “eman” vermesini ve sulh yapılması dilemeleriydi. Ayrıca antlaşmanın bizzat Hz. Ömer b. Hattab tarafindan imzalanmasını istiyorlardı. [1] Hz. Ömer, kendisini karşılayan Patrik Sophronius'a Tapınak Tepesine yani yıkık olan Süleyman Mabedine gitmek is