Gör zahidi kim
sahib-i irşat
olayın der,
Dün mektebe vardı,
bugün üstad olayın der!
-Bağdatlı Ruhi-
A bove ante, ab
asino retro, a stulto undique caveto
(Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her tarafında hazırlıklı ol) |
FÜTÜVVET KAVRAMI
Ortaçağ kurumları ve
sosyo-kültürel yapıya dair sürdürülen çalışmalar sırasında üzerinde durulması
gereken noktalardan biri araştırma konusunu oluşturan kurumların gelişim
sürecinde etkili olan unsurların ve etkileşim içinde bulundukları kültürel
çevrenin belirlenebilmesidir.
Bu gerçekten hareket
edildiğinde ortaçağ Anadolu’sunun sosyo-ekonomik yapısı içinde güçlü bir konuma
sahip olan Ahiliğin tarihsel alt yapısının ortaya konması konuya açıklık
kazandırmak açısından önem taşımaktadır. [1]
Batıda rasyonelliğin
gelişimini ve bu gelişimin dini ve sosyo-ekonomik unsurlarını açıklamaya
çalışan Weber’e göre; bir dinin vazettiği değerler kadar, o dinin tarih
içerisinde temel taşıyıcısı olan toplumsal gruplar, başta “iktisat
ahlakı” olmak üzere, o dinin temel gelişiminin şekillenişinde ve diğer
toplumlara yayılmasında etkilidir.
Yine Weber’e göre; İslam
dünyasında “ifratçı ve tefekkürcü (contemplative) sufizm ve derviş dindarlığı”
diğer toplumsal tabakalarla karşılaştırıldığında, en derin ve güçlü biçimde
esnaf ve tüccar gibi şehirli gruplar arasında yer etmiştir. Ona göre; bu
Müslüman küçük burjuvazi toplulukları (kardeşlik örgütleri), “Hıristiyan
Tertiarian’larla” benzerdir. Fakat, “Hıristiyan muadilleri”nden daha
gelişmişlerdir.[2]
Ancak, Weber’in çok da
üzerinde durmadığı bir konu vardı ki, işte bu kardeşlik örgütlerini bir araya
getiren ve onların devamlılığını sağlayan dünyevi ve uhrevî güçler. Bunlardan
en önemlisi hiç şüphe yok ki “Fütüvvet” kavramı ile ifade edilmektedir.
Bir sosyal kahramanlık
arketipi olan fütüvvet, tasavvuf erbabı tarafından genellikle insanlık
tarihinin başlangıcına kadar geri götürülür.
İlk insan olan Hz. Âdem’in
aynı zamanda ilk feta olduğu; ondan itibaren de yüce şahsiyetler olan
Peygamberlerle devam ettiği, fütüvvet geleneğinin prensiplerini konu alan
fütüvvetnamelerin başlangıç bölümlerinde ortaya konur.[3]
Es- Sülemî, fütüvvet
kavramını, İslam tarihinde yer alan ahlak ve cesaret rol modelleri üzerinden
verdiği örneklerle şöyle somutlaştırır: “Fütüvvet davetine ilk
koşanların mürüvvet, ahlâk ve şerefini koruyanların ilki Âdem’dir ki, ismi
irade mahallinde sabit, cismi haşmet evinde sakin, nurlarla ve masumluklarla
desteklenmiş, kerâmet tacıyla taçlanmış, selamet evine girmiştir. Fütüvveti
Kabil koyunca Habil kabul etti. Şît, onun hakkını yerine getirdi, onu her türlü
çirkin şeylerden korudu, İdris’de onunla yüksek mekana çıkartıldı, İblis’in
tuzağından kurtarıldı. Fütüvvet sevgisi ile Nuh çok inledi ve üzerinde
fütüvvetin nûru parladı. Âd onunla isimlendirildi, kibre dönmedi, fütüvvet ile
Hûd, ahitlere güzel vefa gösterdi, fütüvvetle Salih kötülüklerden
kurtuldu, İbrahim Hâlil, fütüvvetle nâm alıp putların ve heykellerin
başlarını kırdı. Fütüvvetle, İsmâil yüce Padişah’ın emrine kurban oldu,
fütüvvetle, Lût inişi olmayan yüce mâkama çıktı, fütüvvetle, İshak’da buluşma
gününe kadar (ibadetle) kaim oldu, Yakup (fütüvvet) sebeplerine yapıştı,
fütüvvetle Eyyub’un hastalığı açıldı.Fütüvvetle doğru Yusuf, yolların en
güzelinde yürüdü, onunla her zaman başarıya ulaştı… Fütüvvetle, Hz. Muhammed’e
(s.a.v) açık fetih verildi, iki kardeş (Ebubekir-Ömer)‘i ve amcası oğlu Ali’yi
fütüvvet emini yaptı”.[4]
“Fütüvvet, Adem gibi özür
dilemek, Nuh gibi iyi olmak, İsmail gibi dürüst olmak, Musa gibi ihlaslı olmak,
Eyyub gibi sabırlı olmak, Davûd gibi cömert olmak, Muhammed gibi merhametli
olmak, Ebubekir gibi hamiyetli olmak, Ömer gibi adaletli olmak, Osman gibi
hayâlı olmak, Ali gibi bilgili olmaktır.”[5]
Seyyit Şerif Cürcani
Curcani’nin Tasavvuf terimlerini açıklayan “Ta-rifat” adlı eserinde ise
“fütüvvet”; “halkı, dünya ve ahrette kendi nefsine yeğ görmektir” şeklinde
tanımlanmıştır.[6]
Bu kavramı tanımlama
gayretinde olan pek çok tarihçi ve araştırmacı ile karşılaşmaktayız. Birçoğunun
verdiği tanımlar konusunda herhangi bir tereddüt yaşanmamaktadır. Ancak bu
kadar çok tanımın içinde bize daha yakın gelen bir kaçını bulmak mümkün. Prof.
Dr. H.Kamil YILMAZ’ın bir çalışmasında söz ettiği gibi[7] fütüvvet,
genellikle başkasını kendine tercih etmek, engin bir mürüvvete sahip olmak
demektir.
Genel olarak cesaret,
yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet, tasavvuf çevrelerinde diğergâmlık,
cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. [8]
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY’ın
bir tanımından da bahsetmek gerektiğini düşünüyorum.[9] “Fütüvvet, kişinin
herkese yardım etmesi, haksızlığı önlemesi, kişinin ayıbını görmemesi, kötü
söylememesi, mala, cana onura el ve dil uzatmaması olarak tanımlanmaktadır.”
İmam
Kuşeyri, kendi adı ile anılan “Kuşeyri Risalesi”ndeki fütüvvet bölümünde
“Onlar, Rablarına iman etmiş gençler (fetalar) idiler. Biz onların doğru yolda
gitme yeteneklerini arttırdık.” demektedir.[10]
Bu
kavramın toplumsal yaşamda yer bulması uzun süre öncesine dayanmaktadır.
İslâm öncesi dönemde Araplarda fetâ ve fütüvvet adıyla bir teşkîlattan
bahsedilir.
Tasavvuf
erbâbı Kur’an’da geçen “fetâ” (ç. fityân) kelimesini fütüvvetin esası
sayar. Kur’an-ı Kerîm’de fetâ, fitye ve fityân kelimeleri gerek
lügat mânâsına gerekse daha sonraki ıstılâhî mânâsına uygun olarak İbrâhim ve
Yûsuf ile Mûsâ’nın yanındaki genç (muhtemelen Yûşâ) için kullanılmıştır.[11]
Buradan anlaşılması gereken hususun fütüvvet ehlinin “fetâ” olarak
tanımlandığıdır.
Fütüvvet
kavramı hakkında bizlere yol gösteren bir önemli çalışmada Nakkaş Ahmed’in
“Fütüvvet Hutbesi”dir[12]. Bu
hutbede Kur’an-ı Kerim’in İsrâ Suresi’nin 32.ayetinden 39.ayetinin sonuna kadar
okunmaktadır. Bu âyetlerde verilen mesajı aşağıdaki şekilde ifade etmek
mümkündür:
“Zinaya
yaklaşmayın, zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur. Haklı bir sebep
olmadıkça Allahın haram kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüştüne erinceye
kadar iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin.
Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün. Ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin
bulunmayan şeyin ardına düşmeyin. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşmayın, çünkü sen
ne yeri yarabilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Bütün bu fena şeyler ,
Rabbinin yanında da çirkindir. İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği
hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilah edinme, sonra kınanmış ve (Allah’ın
rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak Cehenneme
atılırsın.”
Birçok
kaynak Kur’an’daki îsâr âyetinin fütüvvetin esasını teşkil ettiğinden
bahsetmektedir. Bu nedenle “Îsâr” kavramından da bahsetmek gerekmektedir. “Daha
önceden (Medine’yi) yurt edinen ve gönüllerine îmânı yerlestirenler,
hicret edenleri severler ve onlara verilen seylerden dolayı bir
rahatsızlık duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar bile kardeslerini
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrilik ve pintilik tutkularından
korunursa, iste onlar, felaha erenlerdir.”[13]
Bir
şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme anlamında kullanılan
“Îsâr” terimi, bir kimsenin kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu
imkanları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının
yararı için fedakarlıkta bulunmasıdır.
Kişinin
malının yarısını vermesi sehâvet, yarıdan çoğunu vermesi cûd, imkanlarının
tamamını vermesi ise îsâr olarak isimlendirilmiştir.
Îsâr,
din kardeşliğinin en ileri derecesidir. Îsâr, mal ile olabildiği gibi can ile
de olabilir. Kişinin kendi rahat ve huzurunu, hayatını başkaları için feda
etmesi de bir çeşit îsârdır.[14]
Nitekim
Ebû Talha, Uhud savaşında kendi vücudunu Hz. Peygambere siper etmiş ve ona
kalkan yapmıştı. Îsâr, başkasını kendine tercih etme, dinî hazları, dünyevî
zevklerin önüne geçirme demektir. Bu ise yakînî bir iman gücü, sevgi coşkusu ve
sıkıntılara sabretmekle kazanılır.[15]
Bir diğer önemli kavram ise uhuvvet’tir.
Kardeşlik anlamında bir kavram olan uhuvvet, cahiliyle döneminde var olan
feta/yiğit tipinin, İslam tasavvufunun gelişmesiyle sûfîlikle özdeşleşmiş, daha
sonra esnaf kesimiyle kurumlaşarak âhîlik haline gelmiştir.
Uhuvvet, Kur'ân'ın ısrarla
üzerinde durduğu ve sistemleştirdiği bir kavramdır.
Erkek ve kız kardeş anlamına
gelen “ah-uht” kelimeleri onlarca ayette geçer. Sözlükte 'ah' kelimesi istemek
anlamına olup kardeş kardeşiyle aynı maksat ve gayeyi istediği için ona bu isim
verilmiştir.[16]
Kur'ân'da geçen bu
kelimeler, nesep bağıyla kardeşlik için kullanıldığı gibi; akrabalık, soydaşlık
ve din bağıyla kardeşlik için de kullanılmıştır.[17]
Bir örnek olarak, pek çok
Peygamber, kavimlerinin kardeşi olarak takdim edilmiştir. (Bkz. 7/65, 73, 85;
11/50, 61, 84; 26/106, 124, 142, 161; 27/45, 29/36) Yine din kardeşliği için de
bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz. (2/178, 220; 3/103; 9/11; 15/47;
33/5 İhvânüküm fi'd-dîn; 49/10, 12; 59/10)
Uhuvvet ruhunun temelini
oluşturan ayetler şunlardır:
"Ey iman edenler!
Hepiniz toptan, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın
sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de
Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O
kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola
eresiniz. (3/103)
"Müminler sadece
kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a
karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nail olasınız." (49/10)
Günün birinde bir adam
Peygamber (s.a.)’e geldi ve: “Ben açım” dedi. Allah Rasûlü hanımlarından birine
haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. O da: “Seni peygamber olarak
gönderen Allah’a yemin ederim ki, evde sudan baska bir sey yok” dedi. Hz.
Peygamber bir başka hanımından yiyecek bir seyler istedi, o da aynı cevabı
verdi. Daha sonra ashâbına dönerek: “Bu gece bu sahsı kim misâfir
etmek ister” diye sordu. Ensâr’dan biri: “Ben misâfir ederim” diyerek alıp
evine götürdü. Eve varınca hanımına: “Rasûlullâh’ın misâfirini ağırla” dedi.
Hanımı: “Sadece çocukların yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî: “Öyleyse
çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince
de lambayı söndür. Sofrada yiyormuş gibi yaparız” dedi. Sofraya oturdular.
Misâfir karnını doyurdu, ev sahibi de aç yattı. Sabahleyin bu sahâbî
Peygamber’in yanına gitti. Onu gören Hz. Peygamber: “Bu gece misâfirinize
yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ memnun oldu” buyurdu.[18]
Bir gün bir fakir gelir,
Hz. Peygamber ona bir şeyler verilmesini istedi. Hz. Ali kalktı, bir
dînar, beş dirhem ve bir kap yemek getirdi. Hz. Peygamber sorunca dedi ki:
“Önce bir parça yemek vermeyi düşünmüştüm. Ardından hatırıma beş dirhem geldi,
giderken bir dînarım var onu da vereyim dedim. İçimden geçeni vermemezlik
edemezdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): “Ali’den baska yiğit
(fetâ); zülfikârdan baska kılıç yoktur”[19]
buyurdu.
Fütüvvet anlayışının ilk
olarak Hasan Basrî (ö.110/728) ile Irak'ta, Fudayl b. İyad (Ö.187/803) ile
Kûfe'de, Ebû Hafs Haddâd (ö.260/873) ile de Horasan'da kendisini gösterdiğini
öne sürenler bulunmaktadır. İbn Sa'd'ın Tabakât'ında Ey-yûb b. Ebî Temime (ö.
131/748)'den naklen Hasan Basrî'den "Seyyidü'l-Fityân" diye
bahsetmesi o dönemde Hasan Basrî'nin önderliğinde bir fütüvvet teşkilatının
varlığını, İbn Mi'mar'ın da Fudayl b. İyad'dan "Şeyhu'l-Fityân" diye
bahsetmesi, onun da bir fütüvvet grubunun önderi olduğunu ortaya koymaktadır.[20]
Hasan Basri’den itibaren son
dönem sufilerin görüşlerine baktığımızda, fütüvvet terimi ile insanlıkta kemali
ve Cenab-ı Hakk’a yakın olmayı amaçladıklarını görürüz.
İnsani fütüvvet ortalama bir
bireyin öz nitelikleri ulaşabileceği, kişisel gayretleri ile elde edebileceği
asalet, yüksek insanlık ve cömertliğe delâlet eden sıfat ve niteliklerin
toplamıdır. Bu nitelikler “uluvv-i cenab” (generosite) denilen temiz bir karakterden
doğar. İşte bu dereceye yükselen kimse fütüvvete yani; bütün varlıkları kendi
nefsine tercih eden, bütün insanlara merhamet eden bir kereme sahip olup el,
dil, kalp, servet, ilim ve kelâm ile –başka ne şekilde yapıyorsa o şekilde-
insanlara hizmet eder.
Fütüvvetin, âlicenaplıktan
kaynaklanan kerem ve cömertlik ile tanımlanmasında önemli bir gerekçe vardır.
Fütüvvet ücret ve maaş karşılığı yapılan görevin ötesinde bir ziyade ve
fazlalığa tekabül eder.
Buna göre sözünde durup,
ücreti karşılığı görevlerini ifa eden bir kimse, sadece haysiyet sahibi, doğru
dürüst bir kişidir. Fakat, henüz fütüvvet ehli değildir. Çünkü fütüvvet,
vazifeden önce değil sonradır ve bir malı veya çok değerli şeyi, hiçbir
karşılık beklemeden feda etme anlamına gelir.
Ama zorunlu ve resmi yapması
gerekeni yapmayıp, ailesi veya resmi görev için harcaması gereken vakit ve
parayı saçıp savuranlar da fütüvvet erbabı değildir. Yine, meşru olmayan
yollarla kazanılmış mal veya parayı cömertlik gösterisi için sarf etmek de fütüvvet
değildir. Ayrıca fütüvvet medeni cesaret ve kalbi ve gönülleri
cesur olanlarda ortaya çıkar, zira onlar, acı gerçeği zalim ve diktatörlerin
yüzlerine haykırırlar.[21]
Geleneksel İslam dünyasında,
özellikle de Orta Doğu şehirlerinde kendilerine ayyarun, şuttarun adı verilen
ve kendilerini Fütüvvet idealleri ve değerleri ile ilişkilendiren değişik
örgütlerin Emeviler ve Abbasiler döneminde var olduğu bilinmektedir. Benzer
şekilde esnaf örgütlerinin ve bu örgütlerin devlet tarafından kontrol ve
denetiminin, Emevi hanedanlığı döneminde başladığını, ancak Abbasiler
döneminde, iktidarın esnaf örgütlerinin artışı kontrol etmek ve özellikle de bu
esnaf teşkilatlarının Abbasi iktidarına karşı örgütlenmiş gizli batini
hareketlerle olan işbirliğini kırmak için esnaf kesimlerinin ve fütüvvet
hareketlerinin kendi çatısı altında, (özellikle Nasır li-Dinillah (1180-1220)
zamanında) yeniden örgütlendiğini ve fütüvvet değerlerinin yeniden formüle
edildiği düşünülmektedir.[22]
Bazı kaynaklar, özellikle
eski İran mistik kültürünün ocağı sayılabilecek Horasan bölgesinde Milâdı IX.
Yüzyılda Hamdun Kasâr ve Ebû Hafs Haddâd gibi öncü sûfileri ortaya çıkaran ve
daha sonraki dönemlerde Orta Asya ve Orta Doğu'da bir çok sûfî teşekkülünü
etkileyecek olan Melâmetiyye cereyanının fütüvvetle de iç içe geçtiğini, bu
Melametî sûfîlerin hem ehl-i fütüvvet hem de esnaf tabakasına mensup
olduklarına dikkat edilmesi gerektiği ifade edilmektedir.[23]
Emevîler döneminin
ortalarına doğru oluşan bu fîtyân gruplarının bilhassa eski İran kültürünün
hakim olduğu Irak ve İran topraklarında, şehirde yaşayan topluluklar arasında
yaygın olması, Miladî IX. Asırda belirgin bir şekilde tarih sahnesinde görülen
süfilik ile fütüvvetin iç içe girişi, ikisinin de aynı ortak sosyal tabakadan
kaynaklanmasından ileri gelmektedir. Bu temas sonucunda, fütüvvet kurumunda da
sûfî nitelikler gittikçe ağır basmaya başlamış ve tasavvuftakine benzer bir
kurumlaşma süreci onda da kendini göstermiştir. Tasavvufî kaynaklarda VIII.
Yüzyıldan itibaren bir çok önde gelen sûfînin fütüvvet kavramını tasavvufi bir
terim olarak kullanmaya başladıkları kaydedilir.[24]
Gerek Horasan'da gerekse
Irak'ta "fetâ" diye isimlendirilen ve en belirgin vasıfları,
cömertlik, yiğitlik, kahramanlık, fedâkârlık olan kişilere büyük ilgi duyulması
ve Kur'ân-ı Kerîm'de de fetâ (fitye, feteyât) diye isimlendirilmesi, bu sıfatın
dinî bir anlam taşıması yanında bir takdir iradesi olması, sûfîlerin bu kavrama
bir tasavvufî anlam yüklemelerine sebep olmuştur. Onlar fetânın sahip olduğu bu
yüksek ahlaki değerlere bir sûfînin de sahip olması gerekir inancıyla
"fetâ"yı sûfî, "fütüvvet"i de tasavvuf olarak
nitelemişlerdir.[25]
Elbette, fütüvvet kavramını
açıklarken, 10. yüzyılda ortaya çıkan “Îhvan us-Safa” topluluğunu da anmak gerekmektedir.
Din ile bilim ve sanatı uzlaştırmaya çalışan bu kuruluş “karşılıklı
yardım ve eğitim yolu ile temiz amellerle ölümsüz ruhun kuruluşuna yardım
ederek toplumda ferahlık yaratmak” istiyordu. Basra’da ortaya çıkan ve
eski Yunan öğretim ve eğitim felsefesi dahilinde eğitim veren bu
kuruluşta, matematik, mantık, astronomi vb. konularda dersler
işlenmekteydi.[26]
Bu çerçevede, çeşitli
gereklilikler sebebiyle bir araya gelen ancak kurumsal bağları yaygın olmayan
fetalar, ahlaki ve pedagojik kuruluşların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
11. yüzyıla kadar bireysel gayretlerle sürdürülmekte olan bu kurumsal yapı,
Âbbasî halifesi Nâsır Lidinillah tarafından benimsendi ve ele alındı.[27]
Fütüvvet, her şeyden önce
genç işçileri başıboş şehir kabadayılarını sosyal – etik kurallar yoluyla
terbiye etmeye çalışıyor, bu kuralları ilami ve sûfî müeyyidelerle
güçlendiriyordu. Fütüvvet işsizliği, başıboşluğu reddeder, ustaya mutlak itaat,
iş disiplini ve kanaatkarlık gerektirmekteydi.[28]
Böylece 11. yüzyıla dek
İslam ülkelerinde güvenin ve düzenin yerleştirilmesini kendilerine görev bilen
ahlaklı kişilerin yaygınlaştırmaya çalıştıkları fütüvvet kuralları kurumsal bir
yapı kazanmış olacaktır. [29]
Zümrüt adlı bir Türk anadan
doğan Halife Nâsır Abbasi halifesi en-Nâsır, fütüvveti bir düzene sokup kendi
şahsı etrafında toplamakta bir kaç amacı vardı. Bunlardan ilki sosyal bir amaç
olan “bir arada olma” gayreti idi. İslam dinini savunan bütün cereyanları ve
düşünce akımlarını kendi bayrağı altında toplamaktı.
Ancak daha da önemlisi,
kendi egemenlik alanı içinde yaşadığı sıkıntılı gelişmeler de onu bu kararı
almaya itti.[30]
Nâsır, tüm İslam dünyasında
bilinen ve kabul gören fütüvveti düzenlemek, başkanlığını ele alarak politik
durumunu güçlendirmek istiyordu. Önce, fütüvvet kurallarını bir tüzükte
derleyip bir örgüt kurarak ülkenin gençlerini, ileri gelen kişilerini, yurt içindeki
ve dışındaki yöneticileri, devlet adamlarını bu örgüte sokmak istedi.
Bu işi yapabilecek en önemli
güç ise elinin altındaydı. Çağın büyük mistik bilgini Şahabüddin Ebu Hafs
Ömer el Suhraverdi fütüvvet konusu ile ilgiliydi. Suhraverdi, bir mutasavvıfın
nasıl olması gerektiğini, nasıl davranmak zorunda olduğunu, “Avarifel-Maafir”
adlı eserinde yazmış ve bu eseri Nâsır’a sunmuştu. Suhraverdi, çağın en
önemli mutasavvıfı sayılıyor ve tasavvuf yoluna girmek isteyenler tasavvuf
hırkasını onun elinden giyiyorlardı.
Bu konuda Kemal TAHİR,
Abbasi Halifesinin bütün askeri ve sivil teşkilatı Halife’nin şahsına bağlamak
ve böylece hilafetin gücünü geri getirmek olduğunu ifade etmektedir.[31]
Suhraverdi, Nâsır tarafından
bir fütüvvetname yazmakla ilgli olarak görevlendirilir. Suhraverdi Şafiî
mezhebine dahildi. Bu nedenle Suhraverdi fütüvvetnamesine hem tasavvuf hem
imamiye akidelerini almıştır. Bu bilinçli bir uygulamadır. Böylece hem sûfileri
hemde şia koluna bağlı topluluğu fütüvvet ülküsünde ve daha da önemlisi halife
başkanlığı altında birleştirmiş olacaktı.[32]
Suhraverdi’nin bu konuda çok
çalışmasına gerek olmadığı aşikârdı. Hali hazırda yazdığı “Avarif el-Maarif”
adlı eserin içinde birçok fütüvvet kuralı yer almaktaydı.
Suhraverdi bu çerçevede ilk fütüvvetnameyi tamamladı. “İdalet el-İyan
Alelburhan” adlı eseri ilk resmi fütüvvetname olarak kayıtlarda yer
almaktadır.
Nâsır, 578 (1182) yılında,
Bağdad fütüvvetinin büyük şeyhi Abd al –Cabbar adlı bir şeyh elinden fütüvvet
giysisi giymiş ve fütüvvet kadehinden içerek fütüvvete girmiştir. O zaman
fütüvvet çeşitli şekillerde halk arasında yaygındı. Belli başlı beş grup
sayılabiliyordu. Halife en-Nasır basit ve sade bir fütüvvet üyesi olmak
istemedi. Diğer alanlarda olduğu gibi, bu alanda da Bağdada fütüvvetin başkenti
olması için bir gayret gösterdi. Böylece fütüvveti birleştirmek, düzene koymak
ve ona bir çerçeve kazandırmak için çalıştı. Bunun için yöneticilerin din
topluluklarının; asker ve idarecilerin bir sosyal eğitim ve beraberlik unsuru,
dinamiği haline gelmesini istedi. En-Nâsır, simgesel olarak da bir birliktelik
yaratmak için çalıştı. Çeşitli hükümdarlara gönderdiği ve fütüvvet
simgesi olan şalvarlar 1207 tarihinden önce yapılmıştır.[33]
Halife’nin fütüvvet
teşkilatına katılması, fütüvvet grupları ve kardeşlik örgütleri, tasavvuf ve
sufi tarikatlar arasında önceleri yüzeysel olarak var olan ilişkinin
güçlenmesine neden olmuştur.[34]
Fütüvvet teşkilatıyla şehir
fityânını ve genç işçi kitlelerini devlet disiplini altında örgütleme ve
devletin kontrolünde bir çeşit milis kuvveti haline getirme işine Nâsir
Lidinillah ön ayak olmuştur. Özellikle Bağdat’ta yerleşik sûfî şeyhler onun en
önemli yardımcısı olmuşlardır.[35]
Sûfîlerin fütüvvete dair
sözlerini kitaba aktaran ilk sûfî olarak Ebû Abdurrahman es-Sülemî kabul
edilir. Telif etmiş olduğu "Kiâbu'l-Fütüvvet" isimli risalesinde
fütüvvete dair; adâb, ahlâk ve nitelikleri, aynı zamanda bir sûfîde bulunması
gereken özellikler olarak, çağdaşı bulunan ve kendisinden önce bu konuda söz
söylemiş olan sûfîlerin sözleriyle birlikte nakletmektedir.[36]
Sülemî'nin eserinden sonra
her ne kadar tarihi bir kronoloji takip edildiğinde Kuşeyrî'nin er-Risâle’si
gelse de, Abdullah Ensârî'nin "Kitâbu'l-Fütüvvet"inin fütüvvete dâir
muhteva ve malûmat bakımından Kuşeyrî'nin "er-Risâle"sinde verdiği
malûmâtdan daha zengin ve daha dikkat çekici olduğu görülür.[37]
Fütüvvet ile sufilik
arasında da ilişki kurmak mümkündür. Fütüvvet kavramı, İslami ve tasavvufi bir
kavramdır. İran’da civanmertlik, batıda şövalyelik, eski Türlerde akılık ve
alplık ülküsü iken, İslâmiyet’le birlikte yeni bir anlam kazanarak “gazilik”
ülküsüne dönüşmüştür. [38]
Ayyarların, sufilerin, ve
dervişlerin sıfatı olarak gösterilen “civanmert” terimi ile de ifade bulan ve
genel anlamda bir sosyal sınıfın ahlakî esaslarını belirleyen fütüvvetçilik;
tasavvuf kurumu gibi, İslamiyetin yayılışı ile başlamış ve belki
mutasavvıfların daha güçlü bulunduğu İslami ilimlerle donanmış olmayarak,
yalnız İslam dininin asgari şartlarına uyan, tasavvuf erbabının dünya
malına ve zevklerine karşı ilgili görünmeyişlerine karşın bunlar, işleriyle
güçleriyle uğraşan, cömert, din düşmanlarına karşı savaşçı kişiler olarak,
sufilerle aynı düşüncede, onların yol ve törelerine paralel ve onlarca
desteklenen kişilerin oluşturduğu bir kurum gibi görülmektedir. [39]
Fütüvvet felsefesinde Hz.
Ali’nin “Zülfikar” isimli kılıcının da önemli bir yeri vardır. Bu anlayışta,
Zülfikar, doğruluğun, ve adaletin simgesi olmuştur. Bektaşi inancına göre, bu
kılıç Hz. Ali’ye Hz. Muhammed tarafından adaleti tesis etmesi için
verilmiştir. [40]
Özellikle Halifelerin
fütüvvet teşkilatına katılması, özel bir merasim ile gerçekleştirilirdi. Bu
merasimde bağlılık yemini (Suhreverdi’de ‘ahd Türklerde and) kemer
kuşanma ve fütüvvet libâsını (üniformasını) giyme fiili, fityanın
Sultan ve Halife’ye bağlılığını başka deyimle siyasi otoritenin kontrolü altına
girişini ifade ediyordu. Bu merasimdeki ayrıntılar ise (saç kesme, tuzlu su
içirme, kemer kuşatma) Avrupalı tarihçilere göre, birçok batı dünyasındaki
feodal merasimdeki ayrıntılara benzerlik gösterdiği ifade edilmektedir.[41]
Bizler, İbn-i Bibi
vasıtasıyla, Anadolu sarayında da fütüvvetin bulunduğunu öğreniyoruz. Anadolu
Selçukluları Sultanı İzzeddin Keykavus’un (1211-1220) isteği üzerine, Halife
Nasır'dan 611/1214 yılında fütüvvet giysisini (libasını) aldığı, kayıtlarda yer
almaktadır. Bu sultanın halefi olan Alaâddin Keykubad’da (616-634/1219-1236)
Halife en-Nâsır'ın din işlerinde rehberi olan, Ebu Hafs Ömer Es-Suhreverdi'yi
Konya'da elçi olarak karşılamış ve fütüvvet esasları dahilinde, gerekli
törenleri yaparak kabul etmiştir.[42]
Böylece fütüvvetin, bizim
ilgi alanımızı oluşturan tarihte Anadolu coğrafyasına nasıl yerleştiği
açıklanmaktadır.
Halife Nasır'ın 45 yıllık
uzun Halifeliği döneminde kurumsal bir kimlik kazanan fütüvvet teşkilatı, Türk
milletinin güzel huyları ve konukseverliği ile birleşince farklı bir kimlik ile
karşımıza çıkmıştır: “Ahilik”.
İyi ahlakın,
konukseverliğin, sanatın uyumlu bir bütünü olan ahilik, fütüvvetçilikten ayrı
bir özellik içermektedir.
Arap aleminde fütüvvet
teşkilatından çok uzun bir süre istifade edilmeye çalışılsa da, toplumun iyi
özellikler geliştirmesi etkin bir yapı sergilemesi için yeterli olmamıştır.
Nasır’ın fetaları hiçbir zaman ahilerin kurduğu birliğe, dayanışmaya sahip
olamamışlar, iyilik yapma alışkanlığını benimseyememişlerdir. Onların en önemli
yaptıklarının bunduk atma dedikleri, kamış içinde fındık veya küçük taş
atmak, sapanla kuş avlamak, ara sıra yapılan törenlerde fütüvvet sembolü olan
olan şalvar giymekten öteye gidememiştir. Şalvar giyme adetinin de nomat
Türklerin (göçerlerin) icadı olduğunu iddia eden tarihçilerimizin sayısı da
azımsanmayacak derecededir. Türklerin bu konudaki yatkınlıklarının bir ifadesi
olmak üzere, Gazneli Mahmud’un büyük oğlu Mes’ud’un has nedimliğini yapmış
bulunan Unsur el-Maali Keykâvus’un 1081 yılında kendi oğlu için Farsça yazdığı
“Nasihâtname” de (daha sonra Kabusname olarak da adlandırıldı) fütüvvet
kavramından bahsedilmemesine rağmen, sipahilerin, civanmerdlerin hasletleri ve
meziyetleri belirtilmekteydi.[43]
1944 yılında Orhan Şaik
GÖKYAY tarfından hazırlanan Nasihatnamede yer alan bazı başlıkların bizler için
bir anlam taşıması gerektiği açıktır.Örneğin;
- 6.babı hüner arttırmak, güher arttırmaktan yeğ idüğin beyan eder.
- 10.babı yemek tertibin ve âyin ve erkânın beyan eder.
- 12.babı konuk gelecek nice ağırlamak gerek ya konukluğa varmağın halin beyan eder.
- 22.babı emanet saklamağı beyan eder.
- 33.babı bezirganlık resmin ve âyin beyan eder.
- 43.babı ekincilik (tarım) ve geri kalan pîşerlerin (sanatların) resmin beyan eder.
- 44.babı civanmertlik resmin beyan eder.
Fütüvvetçilerle ilgili
olarak, Ebu Abdurrahman Sulemî’nin Horasan meşayihinden olan ve
fütüvvette ileri derecede biri olduğu bilinen Ahmet b. Hadraveyh’in
memleketinde, fityanın başkanı, şâtır bir ayyarı davet etmek istediğinde karısı
ile konuşmasını nakletmesi kendisinin de fütüvvetle ilgili olduğunu veya
çevresinde fütüvvete tabi olan veya ilgi duyan kişiler bulunduğunu ifade eder. [44]
Konuşma şu şekildedir: “Şeyh
Abu Abdurrahman Sülemî bana dedi ki, Ahmet b. Hadraveyh’in karısına
şunları söylediğini duydum.
-
Memleketinde Fityanın başkanı olan şâtır bir ayyar’ı davet istiyorum.
-
Karısı: sen, fityan davetinin hakkından gelemezsin.
-
Davet etmeyince olmaz.
-
Davet etmeye karar verdinse koyunları, inekleri eşekleri keser, adamın
kapısından kendi kapına kadar saçarsın.
-
Koyunları, inekleri anladım da eşekler ne olacak?
-
Sen evine fityan çağırıyorsun, mahallenin köpekleri bundan faydalanmayacak mı?
dedi. [45]
Fütüvvet konusunda halk
arasında bir çok hikaye anlatılmaktadır.
Anlatıldığına göre, Şakik
el-Behli, Cafer b. Muhammed’e fütüvveti sorar. Hz. Cafer soruya soru ile
karşılık verir:
-
Sen ne dersin?
-
Eğer bulursak şükrederiz, bulamazsak sabrederiz.
Bunun üzerine Cafer-i Sadık;
-
Bizim şehirdeki köpekler de böyle yapar.
Şakik sorar:
-
Ey Resûlullah’ın torunu! Peki sizin katınıza fütüvvet nedir?
Cafer cevap verir:
-
Bize verileni tasadduk eder, verilmeyen için şükrederiz. [46]
Elbette burada Türk Fütüvvet
geleneğinin başlangıcına en iyi örneklerden biri olan Gökbörü B. Küçük Ali B.
Baytekin’den bahsetmemiz gerekecektir.
Gökbörü B. Küçük Ali B.
Baytekin’in yaşamı hakkında Muallim Cevdet şunları ifade etmektedir.
Babası Küçük Ali ismi ile
tanınmış Erbil Valisi Zeynüddin’dir. Türkmen asıllı olup Erbil civarında pek
çok kentin sahibi idi. Buraları, Musul Hakimi Atabek Kutbuddin Mevdud b.
Zengi’nin çocukları arasında paylaştırılmış, ona ise Erbil dışında bir yer
kalmamıştı. Rivayete göre çok uzun yaşamıştı. Musul’da herkes tarafında bilinen
medrese vb. çok sayıda vakfı mevcuttur. Vefatında sonra yerine oğlu
Muzafferüddin Gökbörü geçti. Gökbörü yaşanan sıkıntılar üzerine Selahaddin
Eyyübinin hizmetine girdi. Gökbörü (Gök Kurt) daha önce hiç kimse tarafından
düşünülmemiş, işitilmemiş bir takım hayır kurumları tesis etmişti. Onun,
dünyada sadakadan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu. Hükmü altındaki bölgelerde
ve değişik birçok yerde ihtiyaç sahiplerine kantar kantar ekmek dağıtırdı. Pek
çok insan ekmek almak için her gün gün ağarırken toplanır ve dağıtılan
ekmekleri alırdı. Evinin önünde atından indiği zaman, önünde pek çok insan
toplanırdı. O, bunların hepsini içeri alır ve mevsimine göre giysilerle
birlikte altın para dağıtırdı. Ancak, asıl önemli eserleri bundan ibaret
değildi. Görme özürlü ve sakatlar için huzur evi yaptırmıştı. İhtiyaç
sahiplerini buralara yerleştirir ve ihtiyaçlarını günü gününe karşılardı. Dul
kadınlar için bir barınak, yetim çocuklar için bir yetimhane, sokakta bulunan
kız çocuklar için de bir yurt yaptırmıştı. Kimsesiz bebekler için sütanneleri
bulurdu. Gökbörü’nün birde konuk evi vardı. İste fakih, ister fakir kim olursa
olsun gelen herkes konuk edilirdi. Konuklara öğle ve akşam yemeği verilirdi.
Yola çıkanlara uygun bir nafaka verilirdi. Ayrıca, bir medrese yaptırmış ve
burada, Şafii ve Hanefi fakihler istihdam edilirdi. Onun Mekke’de de çok güzel
eserleri vardı. Vakfe gecesi için Arafat Dağı’na ilk defa su götüren odur.
Orada pek çok hayır yapmış ve su bulamadıklarından sıkıntı çeken hacılar için
Arafat Dağı’ndaki su depolarını onartmıştır.[47]
Yüzyılların deneyinden ve
süzgecinde geçerek oluşan ve ahlaklı kişilik kuralları halinde
formülleştirilen Fütüvvetnameler, 13. yüzyıldan sonra örgütlenmiş başka
toplulukların tüzükleri halinde kullanılmaya başlanmıştır. Başlıca amacı
toplumdaki ahlaklı kişi sayısını arttırmak olan fütüvvetnamelerin genel
kurallarını alarak kendi özgün kuralları ile birleştirmek ve bunları örneğin
bir mesleki tüzük haline getirmek hiç de yadırganmayacak bir yaklaşımdır.[48]
Bununla beraber, başta
Bektaşiler, Aleviler, Rufâiler, Melamiler olmak üzere bir çok tarikatın
fütüvvetnamelerin genel kurallarından yararlandıklarına dair genel kanı
bulunmaktadır.[49]
[1]
Yrd.Doç.Dr. Namık Sinan TURAN, Selçuklu ve Osmanlı Anadolu’sunda Ahiliğin
Sosyo-Ekonomik Gelişim Süreci
[2] Weber,
M. (1958), From Max Weber, (tr. And ed. H. H. Gerth, C. W. Mills), New York:
Oxford University Press. S. 269/284 ; Gürsoy Akça, Anzavur Demirpolat
Heterodoxy-Orthodoxy Tartışmaları Ve Türk Fütüvvet Teşkilatı (Ahilik) Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi S.204-214
[3] Yrd.Doç.Dr.
Şevket YAVUZ,İslamın Tarihe Sosyal Olanla Geri Dönüşü Ya Da Ahiliğin Türk
Potasında Form Alışı S.D.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları No:20 S:326
[9]
Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları
Konya -1983 Sayfa 207
[18] Bkz.
Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10, Tefsîr, 59/6; Müslim, Esribe, 172-173; İhyâ u
ulûmi’d-din, trc: Ahmed
Serdaroğlu, III, 570.
12.06.2009; DERSİAD Fikir Toplantıları Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ
[19] Abdulbaki
GÖLPINARLI “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı İ.Ü. İktisat Fakultesi
Mecmuası Cilt:11, Sayfa:6 İstanbul 1949-1950, Buhârî, İman, 6; Müslim, İman,
71; Neseî, İman, 4983-4984; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 2634; İbn Mâce,
Mukaddime, 66; Dârimî, Kitabu’r-Rikak, hadis no: 2743.
[20] Abdullah
Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi:
"Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakultesi Dergisi 2/2000
[21]
Muallim Cevdet, İslâm Fütüvveti ve Türk Ahiliği – İbn-i Battuta’ya Zeyl, İşaret
Yayınları İstanbul 2088, S: 31
[22]
Omar, F. (1989) “Guilds in Islamic City During the Abbasid Period,”in Urbanism
in Islam Vol.2:197-217.
[24]
Abdullah Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi:
"Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakultesi Dergisi 2/2000
[25] Abdullah
Ensâbj El-Herevî'nin Tasavvufî Fütüvvet Risalesi:
"Kitâbu'l-Fütüvvet"Sezai KÜÇÜK Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakultesi Dergisi 2/2000
[26]
Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları
Konya -1983 Sayfa 208-209
[27]
Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY “Fütüvvet-Ahi Müessesesinin Menşei Meselesi” A.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952, C.1 s.1 58-68
[29]
Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları
Konya -1983 Sayfa 213
[34] Taeschner,
F. (1953) “İslam ortaçağında Futuvva (Fütüvvet teşkilatı)” (çev. S. Yüksel ve
F. Işıltan) in anbul Üniversitesi ktisat Fakültesi Mecmuası, Vol.XVI: 3-32.
[36] Sülemî,
Kitâbu'i-fütüvve, Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya 2049, 79b. (Bu eser,
"Tasavvufta Fütüvvet" ismiyle Arapça ve Türkçe olarak 1977 yılında
Süleyman Ateş tarafından yayınlanmıştır.)
[37] Süleymâniye
Kütüphanesi, Ayasofya Bölümü 2049 no'lu mecmua içerisinde 149a-154b varaklan
arasında bulunan 13 saayfahk bu risale Nesih olarak yazılmış ve yazısı gayet
açıktır. Arapça te'lif edilen risalenin bazı bölümleri de yer yer Farsça
yazılmıştır.
[38]
Galip DEMİR, Osmanlı Devletinin Kuruluşu ve Ahilik, Ahi Kültürünü Araştırma ve
Eğitim Vakfı Yayınları No:10 S. 325
[41]
Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları
Konya -1983 Sayfa 217
[42]
Doç.Dr. İsmet KAYAOĞLU, “Halife en-Nâsır’ın fütüvvete girişi ve bir fütüvvet
buyrultusu” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt 25 Sayfa
221
[45]
İmam Kuşeyri, Risalei Kuşeyriye, 1318 Mısır baskısı ss:123; Prof Dr. Neşet
ÇAĞATAY, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik Türk Tarih Kurumu – Ankara 1997 S:8
[48]
Makaleler ve İncelemeler Prof. Dr. Neşet ÇAĞATAY Selçuk Üniversitesi Yayınları
Konya -1983 Sayfa 219
[49]
Abdülbaki GÖLPINARLI, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet teşkilatı ve kaynakları,
İ.Ü. İktisat Fakültesi Mecmuası C XI, No: 1-4 İstanbul, 1949-1950, S.70 ve
devamı.
Yorumlar
Yorum Gönder